ANA SAYFA
     YENİ ANKETLER
     FOTOĞRAFLARIMIZ
     ibrahim başak
     KPSS NOTLAR VE ÖZETLER
     ÖDEV ARIYORUM
     KİTAP ÖZETLERİ
     İZ BIRAKANLAR
     TARİH
     COĞRAFYA
     EDEBİYAT / EDEBİYATÇILAR
     SANAT TARİHİ
     SİYASİ DÜŞÜNCE TARİHİ
     TÜRKÇE / TÜRK DİL BİLGİSİ
     ŞİİRNAME
     ATASÖZLERİ
     FIKRALAR
     ÇOCUK MASALLARI
     TÜRK BÜYÜKLERİ
     TÜRK DESTANLARI
     KEŞİFLER / BULUŞLAR
     MAKALELER
     BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ
     ÖZEL MESAJLAR
     VİDEOLAR
     GÜLMECE
     ÖĞRETMENLERİMİZ İÇİN
     ÇOCUK VE AİLE EĞİTİMİ
     BELİRLİ GÜN VE HAFTALAR
     SORU BANKASI
     AKTÜEL HABER - YORUM
     SİTENİZİ EKLEYİN
     ZİYARETÇİ DEFTERİ
     Şanlıurfa
     Merkez Yardımcı Köyü"
     EKLENEN DOSYALAR
     Farkı Görebilmek
     Merhamet
     Padişahın Kızına Âşık Çoban‏
     Güzel Gören Güzel Düşünür...
     Unutmak
     Meger Sahipsiz Degilmisiz




“Tefrika girmeden bir millete düşman giremez...Toplu vurdukça sineler onu top sindiremez" - Farkı Görebilmek


Farkı Görebilmek

Eskilerin bir sözü var:  İhtişam baktığında değil, bakışında olmalı, diye.

Yine güzel bir söz de şöyle: “İki mahkûm, hapishanenin demir parmaklıklarından dışarı baktı. Biri gökteki yıldızları gördü, diğeri ise yerdeki çamurları.”

Sonsuza çevrili bir akılla eşyaya bakanlarla, sadece yeme içmeden öte bir şey düşünemeyen bir akılla eşyaya bakanlar arasında önemli farkların olması gayet doğal. Bütün bu ifadelerin bizi getireceği noktada ise şu gerçek saklıdır: “Hiç kimse her şeyi bilemeyeceği gibi, bir şeyin tüm ayrıntılarını da bilmez ve herkesin bilgi üstünlüğü bir bakış açısına göredir.”

Malumunuz olduğu üzere Yaratıcı Kudret’in varlık sahnesine çıkardığı her insan fizik açısından olduğu gibi akıl ve yetenek açısından da farklılıklar göstermekte. Farklı olmak ise düşüncede, bakışta zenginlik demek. Hayatı yaşanılır ve çekilir kılan farlılıktır. Bir toplum içinde farklı bakabilen insanların sayısı ne kadar çoksa, o toplum çok boyutlu bir toplumdur. Kitabımız bize Allah’ı tanıtırken şu ifâdeleri kullanır: “O Evvel’dir, O Âhir’dir, O Zâhir’dir, O Bâtın’dır. O her şeyi en güzel bir biçimde bilendir.” (Hadid,3) Bu ayetten şu anlamı çıkarmamız mümkün: Yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak yaratılan ve “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanma” ideali taşıyan insan, sadece önceyi değil, sonrayı da görebilen, zahire baktığı gibi batına da bakabilen insandır.

 Ama şu da bir gerçektir ki sözünü ettiğimiz bu ideali yakalamak hem eğitim hem de bir nasip işi.

Bizler  eşya ve olaylara yalnızca kendi gözlüğümüz  ile bakmamalı, başkalarının da farklı gözlükleri olacağını unutmamalıyız. Bir yazarımız diyor ki: Hayat “ilimde ukalalık” yapan ve insanları hor görme” alışkanlıklarından vazgeçemeyenlerin sonunda düştükleri trajikomik sahnelerle doludur.

Mesnevi'den bir hikaye anlatılır:

Kendini beğenen ve ilmine çok güvenen bir dil bilgini bir boğazda karşıdan karşıya geçmek için bir kayığa biner. Yolculuk sırasında yüzünü kürek çeken kayıkçıya döner ve ona biraz da alay yollu sorar: “Ey kayıkçı! Sen hiç gramer okudun mu?” Kayıkçı: “Hayır” deyince, ona “öyleyse yarı ömrün hiçe gitti” der. Kayıkçının gönlü kırılır ama hemen cevap vermez, susar, sabreder. Biraz sonra ansızın bir rüzgar çıkar ve kayığı bir girdaba düşürür, kayık batmak üzeredir. Bu sefer kayıkçı yüksek sesle dil bilginine seslenir: “Ey bilgin! Yüzme bilir misin sen? Bilgin telaş içindedir ve cevabı: “Hayır” olur. Bunun üzerine kayıkçı: “Desene bütün ömrün hiçe gitti” der.

Bu hikayeyi çevresindekilere anlatan Hazreti Mevlana sonunda şöyle bir uyarı yapmayı da ihmal etmez: “Dünyada zamanın allamesi ol istersen. İşte şimdi şu dünyanın yokluğunu gör. Halka, eşek adını takmışsın ama şimdi eşek gibi buz üstünde kalakaldın.”

Üstünlüğün bakış açısına göre değişeceğini söylemiştik. Örneğin su, çölde ciğeri yanan için başka anlam taşır ama kimyâgerin ona bakışı farklıdır. Bir çiftçinin suyu değerlendirişi ile bir ressamın suya bakışı arasında şüphesiz önemli farklar bulunur. Suyun önüne baraj Kur'ân mühendis ile, suyun akışından “arayışın ve karşılık beklemen verişin,hiç durmadan yürüyüşün” sembolünü çıkararak

“Hak-i pâyine irem der ömürlerdir muttasıl

Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su” mısralarını “Su Kasidesi”nde ebedileştiren Fuzulî ayrı bakışların insanıdır. Özetle hayatın rezonansı Halil Cibran’ın ifadesi ile “Udun tellerinin aynı nâmeyle birlikte fakat ayrı ayrı titremesinde saklıdır.”

Şekillerden sıyrılarak, öze inebilmek, özü görebilmek üzerinde titizlikle durup düşünmemiz gereken bir olay. Gerçekten de herşey bizim gördüğümüz gibi mi? Veya duyduğumuzu sandığımız şey gerçekten de o kasıtla mı söylendi... Aceleci davranmadan, işin önünü sonunu yani ayette geçtiği gibi zahirini, batınını iyice tefekkür edebilsek hayatımız daha kolay olur sanırım.

Eşyayı görmek ile “eşyanın ardını görmek” arasında önemli farklar var. Hz. Musa ile Hızır (a.s)ın  arasındaki vuku bulanlarda olduğu gibi. Bu meşhur kıssayı hatırlayacaksınız; biri duvarı görmüş, diğeri duvarın ardını; biri zâhiri görmüş, diğeri bâtını; biri sûreti görmüş, diğeri sîreti; biri şekli görmüş, diğeri özü…

Hazinelerin viranelerde yani yıkık dökük, harâbe yerlerde olması bir tesadüf değildir. Bu tezat sayısız hikmeti içinde taşımakta ve hakikati arayan insana “görünüşe aldanma” uyarısını sessiz ve sözsüz bir şekilde haykırmaktadır. “Yıkılmışlık perdesi” hazinelerin örtüsüdür ve bu yolla bir çok hakikat, ehli olmayanların gözünden kaçırılmıştır. Hazineler çıkarılmak içindir ve hiçbir hazine sonsuza kadar kapalı kalsın diye gömülmemiştir. Kendini “Ben bin gizli hazine idim/ Küntü kenzen mahfiyyen” olarak vasıflandıran rabbimiz bile “bilinmeyi istedim” ifadesiyle bu gerçeğe dikkati çekmiştir.

Yeryüzünde Allah’ın nice sırlı “Gayb erenleri” vardır ki, onlar içlerindeki “mârifet hazinesi”ni kendi “harabat”larında saklamışlardır. Onları görmenin ve bulmanın yolu âleme Hızır’ın gözüyle nazar etmekten geçer. Hazreti Mevlana’nın deyişiyle “Gözlerim yeterli değil, daha yüzlerce göz bulmalıyım, ödünç almalıyım da seni seyretmeliyim.”

“Harabat ehli” varlık duvarlarını yıkmış, nefsani arzularını imha etmiş, Allah’ın kahhâr tecellisi karşısında mahv ve fani olmuşlardır. Onlar “nişansız bir kul” olarak yokluğu seçmişler ve zahirde “fakir”, batında ise “ganiyy”dirler. Onlar gerçek hazineyi Yunus Emre’nin,  

“Alimler, ulemâlar medresede bulduysa

Ben harabat içinde buldum ise ne oldu!” deyişiyle kendi beden topraklarında bulmuşlar.

Harabat ehli olanlar dış halleri ile kula makbûl ve hoş görünmeyi değil, iç alemleri ile Hakk’a makbul bir hale gelmeyi isterler. Bu nedenle dışarıdan bakanlar onları hor ve hakir görebilirler. Belki bu yüzden olacak ki Râgıb Paşa bu yanılgıyı sürdürenleri şu beyitleri ile uyarmak ihtiyacını hissetmiş:

“Harabat ehlini hor görme zâhid

Hazineye mâlik virâneler var

"Harâbâtı görenler her biri bir hâletin söyler

Safâsın nakleder rindân, zâhid sıkletin söyler."

Harabat ehlinden söz ediyorduk. Hazreti Mevlana bakınız nasıl ifade buyurmuş: “Nerede yıkık bir yer varsa orada bir definenin varlığı umulur. Ne diye marifet definesini yıkık gönülde aramazsın? Gönül gamla peygamberleşti mi, gönle Cebrail iner.”

Erzurumlu İbrahim Hakkı'da dizelere şöyle dökmüş

Hakk şerleri hayr eyler

Zannetme ki gayr eyler

Arif ânı seyr eyler

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler

 

Deme şu niçin şöyle

Yerindedir o öyle

Bak sonuna sabr eyle

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler.

 

Gerçekten Mevla’mız ne eylerse güzel eyler amma ki biz sabırlı olabilsek....

Sabır zafere giden yolun anahtarıdır ve sabrın sırrından nasiplenmeyen ruhun olgunlaşıp pişmesi mümkün değil. Tebrizli Şems şöyle diyor: “Sabrın mânâsı, işin sonunu gözlemek, sabırsızlığın manası da işin sonunu göremeyecek kadar kısa görüşlü olmaktır. İlk saf, daima işlerini sonunu iyi görenlere kalır.” Ve şems ilginç sözlerle devam ediyor: “Nasıl ki Yusuf kuyuya atıldığı, zindana tıkıldığı günlerde bile gecelerini hoş geçiriyordu. Çünkü kendisine ayın, güneşin, yıldızların secde ettiğini rüyasında görerek buna inanmıştı.”

Her müminin için bir Yusuf rüyası saklı olmalı. Bütün diğer sureler gibi Yusuf suresi de Kur'ân’da boşuna yer almamıştır değerli dinleyenler. Cenâb-ı Hak daha bu surenin başında: “Andolsun ki, Yusuf ve kardeşlerinin hikayelerinde zafer ve sonsuzluğu arayanlar için gerçekten izler ve ibretler vardır” diyerek hakikat yolcularının dikkatlerini çekmiş, zaferlerin en mukaddes ve muazzamlarını gerçekleştirmiş olan nebilerin belirgin vasıflarından birinin de sabır olduğunu vurgulamıştır.

Sabır, nefis itibariyle aceleci olan insanın bu eksikliğini gideren bir ruhsal yardımdır. Bunun içindir ki, peygamberimiz onu: “İnsanoğluna yapılan lütufların en hayırlısı, en genişi” olarak nitelendiriyor. Sabır bir nimet olduğu için onun en güzelini elde etmemiz öğütlenmiştir. “Yâkup dedi ki: Artık bana düşen güzel bir sabırdır. Başka ne yapayım ki?” (Yusuf/18)  nedir güzel sabır, yani sabr-ı cemil: Güzel sabır “kendisinde halktan şikâyet bulunmayan sabır” diye tanıtılmakta.

Sabrının sonunda daha bu dünyada iken ilerdeki bahçede meclis kuran büyük zatlardan birisi gönül hoşluğunu nasıl dizelere dökmüş bakınız:

Haktan gelen şerbeti içtik Elhamdülillâh

Şol kudret denizini , geçtik Elhamdülillâh

Kuru idik yaş olduk, ayak idik baş olduk

Kanatlandık kuş olduk, uçtuk Elhamdülillâh

Dirildik pınar olduk; irkildik ırmak olduk,

Artık denize dolduk taştık Elhamdülillâh

 

Sufiler, insanoğlunun ömrü müddetince üzerinden dört ızdırabın hiç eksik olmayacağını, insanların bu ızdırablarla mücadele etme neticesinde, vuslata yaklaşabileceğini ve nihai olarak vuslata kavuşabileceğini ifade ediyor.  Nedir bu dört ızdırab hali?

Bu dört ızdırab halini şöyle dillendiriyorlar: Hüzün, mihnet, dert ve aşk...

Bu hallerin tamamı insanoğlunun hafakanlar devaran eden yüreği için birer ızdırablar kolonisi halini alıverir.

Bu dört durum, sürekli bir şekilde insanın üzerinde devam eder durur.

Hüzün gelir ve geçer hemen ardından mihnet sıkıntısı baş gösterir, ardından dert hasıl olur, hemen ardından da aşk ızdırabı çöreklenir yâreli yüreklere...

Aşkın ızdırablı labirentlerinde yol alan ademoğlu, tam mahbub-u hakikisine ulaşmışken, yahut ulaştığını zannetmişken, paçalarını bir ızdıraba daha kaptırıverir. Bu ızdırab, onun karşısında heybetleniveren hüzün iklimidir. Kalbleri kırıklığa uğratan hüzün karşısında, insanın elinden ek de bir şey gelemez aslında. Teslimiyetten başka. Tabii olarak, teslimiyetin yanına sabrı da eklemek doğru olacaktır.

Hüznün bir kıskacında çile çeken insanların, bazen bulutlarını aralayıvermeleri için atalarımız bir terkib bulmuşlar: BU DA GEÇER YA HU...

Her Ne geldi ise başlarına isyana kapılmadan dillerinden dökülüveren bir teselli pınarıydı. BU DA GEÇER YA HU. Unuttuğumuz bu terkibin içerisinde aslında büyük bir âlem gizlidir.

Bu cümleyi söylediklerinde rahatladıklarını hissetmekteydiler. Bu terkib, dertlerine çare, ukdelerine çıkar yol olmaktaydı.

Belki bir cümle daha onlar için kurtuluş yollarının aralayıcısı oluyordu zaman aralıklarında. Bunu duymuşlar ve unutmayacakları, dipdiri cümlelerin mahfelinde saklı bulundurmuşlardı. Bu cümle de KÜLLÜ HALİN YEZÛLÜ" cümlesiydi. HER HAL GEÇİCİDİR... Üzüntü ve kederin açmazları lav sıcaklığında yüreklerini dağlasa da uzun sürmeyecektir çünkü bu vaziyet, mutlaka zail olup gidecek, eriyiverecektir.

Ne mihnet iklimi yerleşiverir insanını yüreğine. Yüreğinde menekşe renkli acılar meydana getirir. Geçip gitmez sandığı acıları bir murakabe sonrasında gri ızdırablarla beraber, uzaklışverir gönül ikliminden... Ne aşklar çekmiş gönüller vardır. Mâşûkundan müşteki. Bulmuşken kavuşamayan, kavuşmuşken ulaşamayan, ulaşmışken; yahut ulaştığını zannetmişken ebedi kaybeden o kadar yâreli gönül dolaşır ki cemiyetin sır vermez diplerinde... Çoğuları açamazlar dertlerini kimselere...

Yaman Dede, muazzam tesbitle, tarihe mâlolacak cümlesini, dertlerin girdablarında tekellüm etmiş olsa gerek: "Dertsizliğin dermanı yoktur..."

Bir derdin olacak ki çare arayıp bulasın. Bir yâren ol ki Lokman Hekim merhem bula...

Dertleri vardır ki, insanlarımızın, sabırlı gönül erlerinin münzevi bir çaresizlikle beklerle "Lokman Hekim"lerini, dertlerine deva merhemleri üretsin diye beklerler hızırlarını mâverâ kapılarından müjdeler getirsin diye...

Bu bekleyişler uzun sürebilir. Çok zaman alır kavuşmaları... Ama ümit vardırlar... Halihazırda vuslata kavuşamasalar da bu kutlu yolda olmanın verdiği gönül hoşluğu ile unutmaya çalışırlar ızırablarını, felaketlerin baş döndürücü girdablarında. Bu girdablar devam eder... devam eder... devam eder... Bütün bu ızdıraplar insanoğlu içindir. Birbiri ardına deverân edib durur, tâ ki bütün saatlerin çarklarının bir anda duruvereceği vakte kadar.


www.HalilAlpaslan.COM http://www.ders.org/toplist/



Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol