ANA SAYFA
     YENİ ANKETLER
     FOTOĞRAFLARIMIZ
     ibrahim başak
     KPSS NOTLAR VE ÖZETLER
     ÖDEV ARIYORUM
     KİTAP ÖZETLERİ
     İZ BIRAKANLAR
     TARİH
     COĞRAFYA
     EDEBİYAT / EDEBİYATÇILAR
     SANAT TARİHİ
     SİYASİ DÜŞÜNCE TARİHİ
     TÜRKÇE / TÜRK DİL BİLGİSİ
     ŞİİRNAME
     ATASÖZLERİ
     => Bilgisayar Atasozleri
     => Deyimler Sözlüğü
     => Duvarname
     => ÖZDEYİŞLER
     => Egitimle ilgili ozlu sozler
     => ozlu sozler 1
     => ozlu sozler 3
     => ozlu sozler 4
     => “B” Harfi ile Başlayan Atasözleri
     => “C” Harfiyle Başlayan Atasözleri
     FIKRALAR
     ÇOCUK MASALLARI
     TÜRK BÜYÜKLERİ
     TÜRK DESTANLARI
     KEŞİFLER / BULUŞLAR
     MAKALELER
     BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ
     ÖZEL MESAJLAR
     VİDEOLAR
     GÜLMECE
     ÖĞRETMENLERİMİZ İÇİN
     ÇOCUK VE AİLE EĞİTİMİ
     BELİRLİ GÜN VE HAFTALAR
     SORU BANKASI
     AKTÜEL HABER - YORUM
     SİTENİZİ EKLEYİN
     ZİYARETÇİ DEFTERİ
     Şanlıurfa
     Merkez Yardımcı Köyü"
     EKLENEN DOSYALAR
     Farkı Görebilmek
     Merhamet
     Padişahın Kızına Âşık Çoban‏
     Güzel Gören Güzel Düşünür...
     Unutmak
     Meger Sahipsiz Degilmisiz




“Tefrika girmeden bir millete düşman giremez...Toplu vurdukça sineler onu top sindiremez" - Deyimler Sözlüğü


DEYİMLER

Tanımı:
Genellikle gerçek anlamından  ayrı bir anlamı olan, ilgi çekici bir anlatımı bulunan, ifadeyi daha zengin kılan, iki veya daha fazla kelimeden meydana gelen, kalıplaşmış söz topluluklarına “deyim”denir.

“A” Harfiyle Başlayan Deyimler

Aba altından değnek göstermek: Sakin, yumuşak görünmekle birlikte karşısındakini gizliden gizliye korkutmak.

Abacı, kebeci, ara yerde sen neci?: “Tamam, ilgililer bu işe karışabilirler, ama sen neci oluyorsun” anlamında kullanılır.

Abayı yakmak: Gönül verip âşık olmak, tutulmak.

Abbas yolcu: 1. Yola çıkmaya kesin kararlı.”Abbas yolcu! Daha fazla oyalamayın.” 2. Ölmek üzere (olan).

Abesle iştigal etmek: Yersiz, yararsız, boş ve anlamsız şeylerle vakit geçirmek.

Abuk sabuk konuşmak: Düşünmeden, birbiriyle ilgisi olmayan, tutarsız, saçma sapan söz söylemek.

Abur cubur: Yararlı olup olmadığı düşünülmeksizin rast gele yenen, yemek yerini tutmayan yiyecekler.

Aceleye getirmek (dara getirmek): 1. Bir işi gerektiği gibi yapmayıp, zaman darlığından yararlanarak birini aldatmak. 2. Zaman darlığı sebebiyle gereken özeni göstermemek.

Acemi çaylak: Toy, tecrübesiz, beceriksiz.

Acı çekmek (duymak): 1. Ağrı, sızı duymak. “Kazadan sonra çok acı çekti.” 2. Üzülmek, üzüntü içinde kalmak.

Acısı içine (yüreğine) çökmek (işlemek): Bir şeyin verdiği acı, üzüntü benliğinde derin iz bırakmak.

Acısını çekmek: Yapılan yanlış bir işin doğurduğu sıkıntı ve üzüntüyü yaşamak.

Acısını çıkarmak: 1. Acılığını yok etmek. 2. Önceden uğradığı maddî ve manevî zararı sonradan gidermek. 3. Öç almak.

Acı soğuk: Keskin, hoşa gitmeyen, çok üşütücü soğuk.

Acı söz: İnsanın gönlünü inciten, onuruna dokunan ağır söz.

Aç acına: Aç olarak, hiçbir şey yemeden.

Açığa çıkarılmak (alınmak): İşinden çıkarılmak, görevine son verilmek.

Açığa vurmak: Gizli, saklı bir şeyi herkese duyurmak, ortaya çıkarmak.

Açığı çıkmak: Saklamakla görevli bulunduğu para, eşya veya başka bir şeyin sayım sonucu eksik olduğu anlaşılmak.

Açığını bulmak: Herhangi bir işteki eksiği, hileyi veya zararı ortaya çıkarmak.

Açık alınla: Başarı, şeref, övünç ve dürüstlükle.

Açık bono vermek: Bir kimseye sınırsız, istediği gibi davranma yetkisi tanımak.

Açık fikirli: Olayları, gelişmeleri, yenilikleri iyi anlayıp gereği gibi karşılayan; düşündüğünü olduğu gibi söyleyebilen kimse.

Açık kalpli (yürekli): Samimî, içi temiz, içi dışı bir olan kimse.

Açık kapı bırakmak: Gerektiğinde bir konuya yeniden dönebilme imkânı bırakmak, kesip atmamak, ileriyi düşünerek ılımlı davranmak.

Açık konuşmak: Gerçeği sakınmadan, çekinmeden söylemek.

Açık saçık: Göreneğe, terbiyeye aykırı derecede açık (söz, davranış, elbise).

Açık seçik: Çok açık, çok belirgin, ayrıntılarına kadar görülebilen.

Açıkta kalmak (olmak): 1. İş ve görev bulamamak. 2. Yersiz yurtsuz kalmak. 3. kimilerinin elde ettikleri bir yarardan mahrum olmak.

Açıktan kazanmak: Ortaya hiçbir emek ve sermaye koymadan gelir elde etmek, para kazanmak.

Açık vermek: 1. Geliri, giderini karşılamamak. 2. Ortaya çıkmaması gereken şeyi farkında olmadan belli etmek.

Açlıktan nefesi kokmak: 1. Çok fazla yoksulluk içinde bulunmak. 2. Uzun zaman bir şey yemediği anlaşılmak.

Açmaza düşmek: İçinden çıkılması oldukça güç bir durumda kalmak.

Aç susuz kalmak: Çok yoksul bir duruma düşmek, fakirlikten yaşayamaz hâle gelmek.

Adama dönmek: Hoşa giden bir duruma gelmek, düzelmek.

Adamdan saymak: Değeri olmadığı hâlde bir kimseye kıymet vermek, saygı duymak.

Adam etmek: 1. Eğitmek, yetiştirmek, belli bir seviyeye getirmek. 2. Tamir edip kullanılır hâle getirmek, bir yeri düzene sokmak.

Adam evladı: İyi bir ailenin iyi yetiştirilmiş; özü, sözü doğru çocuğu.

Adam içine çıkmak: Topluluğa karışmak, eşe dosta gitmek, değerli insanların bulunduğu yerlerde olmak ve onlarla görüşmek.

Adam olmak: 1. Yetişip büyümek, gelişmek, iş güç sahibi olmak. 2. Onarılıp işe yarar hâle gelmek.

Adam (insan) sarrafı: Tecrübesi sayesinde insanların iyisini kötüsünü çabuk anlayacak duruma gelmiş kimse.

Adam sen de (adaaaam!): Bir işin önemli olmadığını, aldırılmaması gerektiğini anlatmak için söylenir.

Adam sırasına geçmek (girmek): Toplumda kendisine daha önce değer verilmezken, artık kendisine önem ve değer verilir olmak.

A`dan Z`ye kadar: Bütünüyle, baştan aşağı.

Adı batmak: Adı anılmaz olmak, unutulmak, sözü edilmez olmak.

Adı çıkmak: Kötü bir şöhret kazanmak.

Adı kalmak: Bir kimse veya şey ortadan kalktıktan, öldükten sonra adı dillerde dolaşır olmak.

Adı karışmak: İyi karşılanmayan bir olayla ilgisinin bulunduğu, o olaya karıştığı söylenmek.

Adım atmamak: Kesinlikle gitmemek, uğramamak, aramamak.

Adını anmamak: Bir şeyden, bir kimseden hiç söz etmemek; unutmuş görünmek.

Adını koymak: 1. İsim vermek. 2. Bir şeyin karşılığını veya fiyatını kararlaştırmak.

Adını vermek: 1. Birinin adını bildirmek. 2. Biri tarafından salık verildiğini gönderildiği kimseye söylemek.

Aforoz etmek: 1. Kilise birliğinden çıkarmak. 2. Birini yakını olmaktan çıkarmak, ilgiyi kesip uzaklaştırmak, ilişkileri tamamen koparmak.

Ağır aksak: Pek yavaş olarak, düzgün olmayarak.

Ağır basmak: 1. Ağırlığı fazla gelmek. 2. Bir işte etkili olmak, gücü üstün gelmek, istediğini yaptırmak.

Ağır başlı: Ciddî, olgun, hareketlerinde ölçülü, işlerini düşüne taşına yapan kimse.

Ağırdan almak: Bir işi yapmakta acele etmemek, yavaş davranmak, isteksiz görünmek.

Ağır elli: 1. Oldukça yavaş iş yapan, çabuk yapmayan. 2. Vurduğu zaman çok acıtıp can yakan.

Ağır gelmek: 1. Ağrına gitmek, onuruna dokunmak.2. yapılması güç gelmek.

Ağır hastalık: Sonu ölümle neticelenebilecek gibi olan tehlikeli hastalık.

Ağır söz: Kişinin gönlünü inciten, gücüne giden, onuruna dokunan, dayanılması güç söz.

Ağız aramak (veya yoklamak): Öğrenilmek istenilen şeyi söyletecek yolda dil kullanmak.

Ağız (söz) birliği etmek: Daha önce bir konuda anlaşarak aynı şeyi yapmak ya da söylemek.

Ağızdan laf (söz) çekme(çalmak): Bir kişinin bildiği şeyleri ustalıklı konuşmalarda ona sezdirmeden öğrenmek. 

Ağızda sakız gibi çiğnemek: Bir düşünceyi, bir sözü tekrar edip durmak.

Ağız değiştirmek: Daha önce söylediğinin tersini söylemeye başlamak.

Ağız, dil vermemek: 1. Söz söyleyemeyecek kadar hasta olmak. 2. Herhangi bir sebeple hiç konuşmamak, susmak.

Ağız eğmek: Yalvarmak, hiç de lâyık olmayan birine yüz suyu dökmek.

Ağız kalabalığı: Birbirini tutmayan, gereksiz, konu dışı sözler.

Ağız kalabalığına getirmek: Birini gereksiz sözler söyleyip çok konuşmak yolu ile şaşırtmak, dikkatini dağıtıp aldatmak.

Ağız kavafı: Karşısındakini ikna etmek için diller döken, çok konuşan, gerekli gereksiz söz söyleyen kimse.

Ağız yapmak: Birini aldatma, yanıltma, oyalama amacıyla duygularını, düşüncelerini olduğundan başka türlü gösterecek biçimde konuşmak.

Ağzı açık ayran delisi: Yeni gördüğü her şeye alık alık bakan, anlamsız bir hayranlıkla seyredip şaşıran.

Ağzı (bir karış) açık kalmak: Çok şaşırmak, şaşakalmak.

Ağzı kalabalık: Çok ve manasız, saçma sapan, tutarsız sözler söyleyen.

Ağzı kulaklarına varmak: Çok sevinmek, sevindiği her hâlinden belli olmak.

Ağzı laf yapmak: Güzel, inandırıcı söz söyleme yeteneği olmak.

Ağzına (veya ağzının içine) bakmak: 1. Ne diyeceğini beklemek. 2. Onun sözüne göre hareket etmek.

Ağzına baktırmak: Etkili, güzel konuşarak kendini zevk ile dinletmek, dinleyenleri kendisine hayran etmek.

Ağzına bir parmak bal çalmak: Amacına ulaşmak için birini tatlı sözlerle bir süre oyalamak, kandırmak; umut verip ikna ederek işini yaptırmak.

Ağzına girmek: Dinlenirken konuşana doğru oldukça fazla yaklaşmak.

Ağzına lâyık: Bir yiyeceğin tadı anlatılırken kullanılır, çok lezzetli yiyecek anlamında.

Ağzında bakla ıslanmamak: Sır saklamayı becerememek, sırrı hemen açığa vurmak.

Ağzında gevelemek: Açık olarak söylememek, belirli konuşmamak.

Ağzından bal akmak: Çok tatlı, hoşa gider biçimde konuşmak.

Ağzından çıkanı kulağı işitmemek: Sözlerini tartmadan, düşünmeden, öfke içinde, nere varacağını hesaplamadan konuşmak.

Ağzından düşürmemek: Bir kimseden veya bir şeyden her zaman söz etmek.

Ağzından girip burnundan çıkmak: Çeşitli yollara başvurarak birini bir şeye razı etmek; veya kandırmak.

Ağzından kaçırmak: Söylemek istemediği bir şeyi, boş bulunup söyleyivermek.

Ağzından laf almak (çekmek): Bir kimseyi değişik yollarla ve ustalıkla konuşturup birtakım gizli şeyleri öğrenmek.

Ağzından yel alsın: Olumsuz, kötü şeylerden bahsedenlere karşı “ağzını hayra aç” anlamında söylenir.

Ağzını açıp gözünü yummak: Kızgınlık ile sonunu düşünmeden ağzına gelen kötü sözleri söylemek, karşısındakine hakaret etmek.

Ağzını aramak: Karşısındakini kurnazca konuşturarak ağzından söz almak, istediğini öğrenmek.

Ağzını bıçak açmamak: Kırgınlıktan, üzüntüden ya da herhangi bir sebepten ötürü söz söyleyecek durumda olmamak.

Ağzını havaya (poyraza) açmak: Umduğunu elde edememek, fırsatı kaçırdıktan sonra boş yere beklemek.

Ağzını kapamak: 1. Susmak. 2. Çıkarının elden gideceğini düşünerek birinin konuşmasını önlemek.

Ağzının içine bakmak: Konuşan bir kimseyi seve seve ve dikkatlice dinlemek.

Ağzının kokusunu çekmek: Bir kimsenin dayanılmaz, çekilmez tutum ve davranışlarına katlanmak.

Ağzını öpeyim (seveyim): Sevindirici bir söz söyleyene “ne güzel, hoş söyledin” anlamında kullanılır.

Ağzının payını vermek: Sert söz ve davranışlarla karşılık vererek bir kimseyi yaptığına pişman etmek.

Ağzının suyu akmak: Çok beğenip isteyecek duruma gelmek, imrenmek.

Ağzının tadı kaçmak:Rahatı kaçmak, huzurunu kaybetmek, bir kimsenin kurulu dirliği, düzenliği bozulmak.

Ağzının tadını bilmek: 1. Güzel yemeklerden anlamak. 2. Bir şeyin güzelini, iyisini bilmek, anlamak.”Şunlardaki güzelliğe bak, ağzının tadını da biliyorsun hani.”

Ağzı sulanmak: İmrenmek.

Ağzı süt kokmak: Çok genç, toy ve tecrübesiz olmak.

Ağzı var dili yok: 1. Oldukça sessiz, sakin, kendi hâlinde. 2. Konuşmayıp susan, derdini anlatmayan.

Ağzıyla kuş tutsa…: “Ne kadar çaba gösterse, ne yapsa da” anlamında kullanılır.

Ah almak: Birinin bedduasını üstüne çekmek.

Ahı çıkmak: Eziyete uğrayan bir kimsenin yaptığı bedduanın etkisini göstermesi.

Ahı tutmak: Zulüm görenin bedduasının yerini bulup gerçekleşmesi.

Ahı yerde kalmamak: Yaptığı ilenme (beddua) er geç etkisini göstermek.

Ahkâm çıkarmak: Kendi düşüncelerine dayanarak birtakım yargılara varmak.

Ahmak ıslatan: İnce ince yağan yağmur, çisenti.

Ahret kardeşi: Dünya ve ahiret işlerinde birbirlerinden ayrılmayan kimseler; kan bağı olmaksızın manevî olarak kurulan kardeşlik.

Ahrette on parmağı yakasında olmak: Haksızlığa uğrayışını bu dünyada önleyip hakkını alamayanın, öte dünyada (ahrette) kendisine sorumlu olan kimseden davacı olması.

Akan sular durmak: Artık itiraz edilebilecek, karşı durulacak bir nokta kalmamak.

Akıl defteri: Hatırlanıp yapılması gereken şeylerin yazıldığı küçük defter, muhtıra defteri, ajanda.

Akıl etmek: Herhangi bir önlem ve çareyi zamanında düşünmek, vaktinde hatırlamak.

Akıl hocası: 1. Birine yol gösteren, akıl öğreten kimse. 2. Herkese akıl öğretmeye meraklı kimse.

Akıl kârı olmamak: Akıllı, dengeli ve ölçülü bir kişinin yapacağı iş olmamak.

Akıl kutusu (kumkuması): Çok zeki, akıllı kimse; bilgiç.

Akıllara durgunluk vermek: Çok şaşılacak bir şey olmak.

Akıllı uslu: Dengeli, yaramazlık etmeyen, ölçüsüz ve taşkın davranışlarda bulunmayan.

Akıl öğretmek (vermek): Herhangi bir konuda yol gösterip tavsiyede bulunmak, bilgi vermek.

Akıl sır ermemek: Bir işin gizli yönlerini, niteliğini, asıl sebebini anlayamamak.

Akıntıya kürek çekmek: Olmayacak, gerçekleşmeyecek bir iş uğrunda boşuna çaba sarf etmek.

Akla karayı seçmek: Bir işi başarmak uğrunda çok yorulmak, sonuca kadar çok zahmet çekmek.

Aklı almamak: 1. Akla uygun gelmemek, inanılacak gibi olmamak. 2. Anlamamak.

Aklı başına gelmek: 1. Zarar gördüğü işlerden uslanıp akıllıca davranmak. 2. Baygınlıktan ayılmak, kendine gelmek.

Aklı başından gitmek: 1. Çok korkudan veya çok sevinçten ne yapacağını şaşırmak. 2. Kafası çok yorulmuş olduğundan iyi düşünememek.

Aklı başında olmamak: 1. İyi düşünebilir durumda olmamak. 2. Bayılmak, kendisinden geçmek.

Aklı çıkmak: Titizlikle üzerinde durmak, çok korku geçirmek, çok korkmak.

Aklı durmak: Şaşırmak, düşünemez bir hâle gelmek.”Resmi öyle güzel yapmış ki görsen aklın durur.”

Aklı karışmak: Ne yapacağını bilememek, bocalamak, şaşırmak.

Aklı kesmek: Bir şeyin olabileceğine, bir şeyi yapabileceğine inanmak.

Aklına düşmek: 1. Hatırlamak. 2. Kafasında bir düşünce doğmak.

Aklına esmek: Daha önce düşünmemiş olduğu şeyi birden yapmaya karar vermek.

Aklına gelen başına gelmek: Olmasından korktuğu şeyin zarar verici etkisine uğramak.

Aklına gelmek: 1. Hatırlamak. 2. Bir şeyi yapmayı düşünmek, tasarlamak.

Aklına koymak: 1. Bir şeyi yapmaya kesin olarak karar vermek.2. Bir fikri başkasına aşılamak.

Aklına (aklını) takmak: Bir şeyi devamlı olarak düşünmek, bir fikre sürekli olarak zihninde yer vermek ve zihni onunla meşgul etmek.

Aklına yer etmek: Uygun bulduğu bir düşünce kafasına yerleşmek.

Aklından zoru olmak: Tutarsız, dengesiz, ölçüsüz, delice davranışlarda bulunmak.

Aklını almak: Çekiciliği, güzelliği ile büyülemek, etkisi altına almak.

Aklını başına almak (toplamak, devşirmek): Mantıksız, ölçüsüz davranışlarda bulunmaktan kendini kurtararak akıllıca bir yola girmek.

Aklını başından almak: Çok şaşırtmak, düşünemeyecek duruma getirmek.

Aklını (bir şeyle) bozmak: 1. Sapıtmak, delirmek. 2. Yalnızca ilgilendiği, üzerine düştüğü şeyle uğraşıp durmak, başka hiçbir mesele düşünmemek.

Aklını çalmak (çelmek): 1. Kararından, niyetinden vazgeçirip başka bir yola sokmak. 2. Baştan çıkarmak, ayartmak.

Aklını peynir ekmekle yemek: Akılsızca, şaşkınca, delice işler yapmak.

Ak pak: 1. Tertemiz. 2. Saçı sakalı ağarmış. 3. Alımlı ve beyaz tenli.

Akşama sabaha: Neredeyse, pek yakında, kısa bir süre içinde.

Akşamdan kavur, sabaha savur: Kazandığını günü gününe harcayan, har vurup harman savuran, savruk kimselerin durumunu anlatmak için kullanılır.

Akşamı iple çekmek: Gecenin olmasını sabırsızlıkla beklemek.

Alacağına şahin, vereceğine karga: Alırken bütün gücünü kullanan ve kolaylık gösteren, kimsede parasını bırakmayan; verirken ise bin bir güçlük çıkaran, vereceğini geciktirmek için elinden geleni yapan kimse için kullanılır.

Alacağı olsun: “Günün birinde ondan öcümü alırım” anlamında göz korkutmak için söylenir.

Al aşağı etmek: Birini bulunduğu yerden, mevkiden indirmek.

Al birini vur birine (ötekine): Hepsi aynı, bir ayarda, hiçbiri işe yaramaz.

Alçak gönüllü olmak: Gurur ve kibre kapılmayıp kendini olduğundan daha aşağı düzeyde sayma, başkalarından yüksek görmeme durumu.

Al gülüm ver gülüm: 1. Karşılıklı sevgi gösterisi. 2. Çokluk uygun olmayan işlerde birbirinin çıkarını kollamak.

Alı al, moru mor: Telâş veya yorgunluktan yüzü kıpkırmızı kesilmiş (olarak).

Alıcı gözüyle bakmak: Çok dikkatli bakmak, inceden inceye gözden geçirmek.

Alın teri dökmek: Zahmetli iş görüp çok emek vermek.

Ali Cengiz oyunu: “Kurnazca, haince aklı durduracak iş yapmak” anlamında kullanılır.

Ali kıran baş kesen: Çok zorba, kaba kuvvetle hâkimiyet kuran.

Ali`nin külâhını Veli`ye, Veli`nin külâhını Ali`ye giydirmek: Kendi sermayesi olmadığı hâlde, birinden aldığını ötekine, ötekinden aldığını bir başkasına vererek işini yürütmek.

Allah adamı: Hile, kötü bilmeyen; hak yol üzerinde olan, Allah`a ibadette kus dini bütün kimse.

Allah`a emanet: Herhangi bir şeyi Yüce Allah`ın korumasına ve esirgemesine terk etmek.

Allah Allah!: Daha çok şaşkınlık ve hayret hâllerini anlatır.

Allah aratmasın: Yakınılacak bir durumda, bir şeyin hiç bulunmaması hâlindeki sıkıntı anında “Allah daha kötüsünü göstermesin” anlamında kullanılır.

Allah aşkına: Yemin vermek veya yalvarmak için “Allah`ını seversen” anlamında şaşma, usanç bildirir.

Allah bilir: 1. Belli değil, Cenab-ı Hak`tan başka kimse bilmez. 2. Bana öyle geliyor ki.

Allah`ın belâsı: Varlığı üzüntü veren, varlığından huzursuz olunan şey.

Allah versin: 1. Dilenciyi savmak için “bekleme, sadaka vermeyeceğim” anlamında söylenir. 2. İyi şey elde edenlere memnunluk bildirmek için, kimi zaman da takılma ve şaka için söylenir.

Allah yarattı dememek: Kıyasıya dövmek, çok hırpalamak.

Allah “yürü ya kulum” demiş: Az zamanda çok para kazanan ve işinde çok çabuk ilerleyenler için söylenir.

Allak bullak etmek: Kurulu düzeni bozmak, karmakarışık bir duruma getirmek.

Allayıp pullamak: Kötü görünüşü kapatmak için bir şeyi süslemek, donatmak.

Allem etmek, kallem etmek: İstediğini elde etmek için her türlü kurnazlığa başvurmak.

Alnı açık yüzü ak (olmak): Herhangi bir ayıbı, çekinecek bir durumu olmamak, iffetli ve şerefli olmak.

Alnını karışlamak: 1. Bir işin çok güç olduğunu, yapılamayacak kadar zor olduğunu anlatır. 2. Küçümseyerek meydan okumak, tehdit etmek.

Alnının akıyla: Küçümsenecek, ayıplanacak bir duruma düşmeden; tertemiz, şerefiyle, başarılı olarak.

Alnının ar damarı çatlamak: Utanma, sıkılma duygularını yitirmiş bulunmak.

Alnının damarı çatlamak: Başarmak için çok sıkıntı çekmek, çok çaba sarf edip emek vermek.

Alnının kara yazısı: Kötü talih, baht.

Al takke ver külâh: 1. Bir mesele üzerinde uzun çekişmelerden sonra. 2. Senli benli, samimî dostluğu sürdürerek.

Altı alay, üstü kalay: İçi dışı bir olmayan; dışı süslü, içi berbat.

Altı kaval, üstü şeşhane (Şişhane): Daha çok giyim için “altı, üstüne; bir parçası öbür parçasına uymaz.” anlamında kullanılır.

Altın babası: Çok zengin, parası çok olan kimse.

Altın bilezik: Para getiren, hayat boyunca geçimi sağlamaya yarayan sanat ve meslek.

Altında kalmamak: 1. Bir şeyi karşılıksız bırakmamak. 2. Bir şeyin üstesinden gelmek.

Altından Çapanoğlu çıkmak: Girişilen bir işte başa dert olacak bir durumla, umulmayan bir tehlike ile karşılaşmak.

Altından girip üstünden çıkmak: Bir serveti, bir parayı, bir kaynağı gereksiz yere, düşüncesizce, sorumsuzca harcayıp kısa zamanda bitirmek.

Altından kalkmak: Bir zorluğu yenip işi başarmak.

Altını çizmek: Bir şeyin (daha çok sözün) önemini belirtmek, üzerine dikkati çekmek, vurgulamak.

Altını üstüne getirmek: 1. Bir şeyi bulmak için aramadık yer bırakmamak.2.Söz ve davranışlarıyla çevreyi birbirine düşürmek, karmakarışık etmek.

Altın kesmek: Çok fazla miktarda para kazanır olmak.

Altmış altıya bağlamak: O an ki durumu temelli olmayan bir çözümle kurtarmak veya bir işi kesin neticeye vardırmış gibi görünmek.

Altta kalanın canı çıksın: “Herkes başının çaresine baksın, güçsüzleri düşünme, gücü yetmeyene ne olursa olsun” anlamında kullanılır.

Alttan (aşağıdan) almak: Sert konuşan birine karşı yumuşak, olumlu, onu haklı görüyormuş gibi tavır almak.

Alttan güreşmek: Biraz geriden, pasif hareket edip gizli gizli yenme yollarını kollamak.

Alt yanı çıkmaz sokak: Sonuç alınmayacak iş, umutsuz durum.”Çobanlık mı, dağ tepe dolaş dur, alt yanı çıkmaz sokak vesselâm.”

Amana gelmek: Teslim olmak, önce direnirken zor karşısında boyun eğmek.

Aman dedirtmek (amana getirmek): Karşı koyan birini boyun eğmek zorunda bırakmak, teslim olmaya zorlamak.

Aman dilemek: Önce direnirken zor karşısında boyun eğip canının bağışlanmasını istemek, galip gelenin merhametine sığınmak.

Aman vermemek: 1. Göz açtırmamak, rahat bırakmamak. 2. Düşmanı acımayıp öldürmek, merhamet etmemek.

Ana baba günü: 1. Mahşer günü. 2. Sıkıntılı kalabalık; telâşlı, tehlikeli, kimsenin kimseyi tanımadığı kalabalık.

Ana kuzusu: 1. Pek küçük kucak çocuğu. 2. Sıkıntıya, güç işlere alışkın olmayan, nazlı çocuk veya genç.

Anan yahşi, baban yahşi: Bir kimseyi işini yaptırabilmek için pohpohlamak, gereğinden fazla överek istediğini elde etmeye çalışmak.

Anası ağlamak: Çok eziyet çekmek, sıkıntıya katlanmak, bitkin duruma düşmek.

Anasından doğduğuna pişman: 1. Üşengeç, çok tembel. 2. Canından bezmiş.

Anasından doğduğuna pişman etmek: Çok eziyet ederek canından bezdirmek, bir kimseyi çok üzmek.

Anasından emdiği süt burnundan (fitil fitil) gelmek: Bir işi yaparken çok sıkıntı çekmek, eziyete katlanmak.

Anasını ağlatmak: Bir kimseye çok eziyet edip sıkıntı çektirmek.

Anasının gözü: Hileci, kurnaz, çok açık göz, çıkarcı, hin oğlu hin.

Anasının nikâhını istemek: Bir şeye değerinden çok para istemek, olmayacak bir istekte bulunmak.

Anasını sat! (satayım): Önem verme, aldırma, umursama, bunun için kederlenme, üzülme.

Anca beraber, kanca beraber: Birbirimizden ayrılmayacağız, işler iyi de gitse, kötü de gitse hep birlikte yapacağız, beraberliği bozmayacağız.

Anladımsa Arap olayım: “Hiçbir şey anlamadım” anlamında kullanılır.

Ant içmek (etmek): Yemin etmek, bir şeyi yapmaya veya yapmamaya söz vermek.

Apar topar: Telâş ve acele ile, yaka paça, hazırlanmadan.

Ara (aralarını) bozmak: İki kişi arasındaki iyi ilişkiyi, dostluğu, arkadaşlığı yıkmak.

Ara bulmak: Birbirleriyle anlaşamayan, bir araya gelemeyen kişileri uzlaştırmak, barıştırmak.

Araları açılmak (bozulmak): İyi ilişkileri, dostlukları, arkadaşlık bağları kopmak; birbirlerine dargın hâle gelmek.

Aralarından kara kedi geçmek (veya aralarına kara kedi girmek): İyi anlaşan iki kişinin veya dostun ilişkileri bozulmak, aralarına soğukluk girmek, birbirlerine gücenmek.

Aralarından su sızmamak: Çok iyi, çok yakın dostluk veya arkadaşlık kurmak, ahbap olmak.

Arap saçına dönmek: İşlerin çok karışıp içinden çıkılmaz bir durum alması.

Araya girmek: 1. İki kişinin arasındaki bir işe karışmak. 2. Araları bozuk olan iki kişiyi uzlaştırmaya çalışmak. 3. Yapılmakta olan bir işin yapılmasını geciktirmek.

Araya koymak: Bir işte sözü geçen bir kimsenin aracılığına başvurmak.

Arayı yapmak: 1. Arası bozuk olan kimse ile barışmak. 2. Arası açık olan iki kişiyi uzlaştırıp, barıştırmak.

Ar damarı çatlamak: Utanç duyulacak şeyleri sıkılmadan yapmak, utanmayı bırakmak, yüzsüz olmak.

Arı kovanı gibi işlemek: Girip çıkanı, gelip gideni çok olmak.”Şu seçim dolayısıyla doktorun evi arı kovanı gibi işliyor.”

Ârif olan anlasın (anlar): Üstü örtülü olarak söylenen bir sözün, anlayışı kuvvetli kimselerce anlaşılabileceğini belirtmek için kullanılır.

Arka arkaya vermek: Birbirini korumak, kollamak, için birleşmek; dayanışmak, yardımcı olmak.

Arka (sırt) çevirmek: Birine eskiden duyduğu ilgiyi göstermemek, yabancı gibi davranmak.

Arka çıkmak: Birilerine karşı, birini korumak; savunmak, kayırmak.

Arkadan söylemek: Bir kimsenin bulunmadığı yerde onun hakkında ileri geri konuşmak, dedikodusunu yapmak, çekiştirmek.

Arkadan vurmak: Kendisine inanan, güvenen bir kimseye gizlice kötülük etmek.

Arka kapıdan çıkmak: Özellikle bir eğitim kurumundan, bir iş yerinden hiçbir varlık gösteremeden, bir şey öğrenemeden ayrılmak.

Arkası kesilmek: Tükenmek, bitmek, süregelen bir şeyin son bulması.

Arkasına düşmek: 1. Birini gözden ayırmayarak arkasından gitmek. 2. Bir işi sona erdirmek için çok sıkı çalışmak.

Arkasında dolaşmak (gezmek): Bir işi sonuca bağlamak için ilgili yerlere giderek görüşme fırsatı aramak, onların yardımını sağlamak.

Arkasını getirememek: Başladığı işi sürdürüp sona erdirememek, sonuçlandıramamak.

Arkasını sıvamak: İltifat etmek, okşamak, övmek, birisini bu yolları kullanarak bir işe sevk etmek.

Arkasını (birine) vermek: Bir kimsenin himayesinden güç almak.

Arkası (sırtı) pek: 1. Soğuktan muhafaza edecek biçimde giyinmiş, iyi giyinmiş olan. 2. Güçlü bir kimseye ya da yere güvenen.

Arkası (sırtı) yere gelmemek: 1. Sarsılmamak, sağlam ve sağlıklı durumunu sürdürmek. 2. Hiç yenilgi yüzü görmemek.

Armudun sapı var, üzümün çöpü var demek: Hiçbir şeyi beğenmemek, her şeyin bir kusurunu bulmak.

Armut piş, ağzıma düş: Bir işin hiç emek harcamadan olmasını, kendiliğinden hazır olup ayağına gelmesini bekleyenlerin durumunu anlatmak için kullanılır.

Arpa boyu kadar gitmek: Pek az ilerlemek.

Arpacı kumrusu gibi düşünmek: Derin derin ne yapacağını bilemeden, çaresizlik içinde düşünüp durmak.

Arpalık yapmak: Bir yeri sürekli çıkar kaynağı olarak kullanmak, sömürmek.

Art düşünce (niyet): Açığa vurulandan ayrı, gizli tutulan, asıl düşünce.

Asıp kesmek: 1. İşkence etmek, zalimce tavırlarda bulunmak. 2. Tehdit etmek, zalimce davranışlarda bulunacakmış gibi konuşmak.

Askıda kalmak: Bir engel çıkması dolayısıyla bir işin sonuca varamaması, yapılamayıp öylece kalması.

Askıya almak: 1. Geciktirmek, belirsiz olarak ertelemek, bir işi zamanında yapmayıp savsaklamak. 2. Altı boşalmış yapıyı dikmelerle tutturarak yıkılmaktan kurtarmak.”Söyle ona, o adamların tayin işlerini askıya alsın.”

Askıya çıkarmak: Evlenecek kimselerin nikâhtan önceki durumlarını gösterir belgelerin, belirli bir süre için ilgili dairede görünür bir yere asılması, ilân edilmesi.

Aslan payı: 1. Hak edilenden daha çok alınan pay, en güçlünün aldığı pay. 2. Bir bölüşmede en büyük pay.

Aslan yürekli: Yılmaz, hiçbir şeyden korkmayan, yiğit, kahraman.

Aslı faslı (astarı) olmamak: Yalan, asılsız olmak, gerçek payı bulunmamak.

Astarı yüzünden pahalı olmak: Bir işin ayrıntısına ödenen paranın aslına ödenen paradan fazla olması, gerçek değerinden fazlaya malolması.

Astığı astık, kestiği kestik: Davranışlarından dolayı kimseye hesap vermeyen, istediği gibi davranan, çok sert kimseler için kullanılır.

Aşağıdan almak: Sert konuşan kimselere karşı yumuşak bir dil kullanmak.

Aşağı kurtarmaz: 1. Bundan ucuza verilmez. 2. Daha aşağı bir durumu kendine lâyık görmez.

Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık: Sakıncalı oluşları eşit olan iki karşıt davranıştan birine karar verememe zorunluluğunu anlatmak için kullanılır.

Aşağı yukarı: Yaklaşık olarak, hemen hemen, tam değil de tama yakın.

Aşık atmak: Birisiyle yarışmak, özellikle kendisinden üstün birisiyle yarış etmek.

Ata et, ite ot vermek (yedirmek): Uygunsuz iş yapmak; birbirini tamamlayan, birbirine uyan unsurları ters kullanmak; kişilere işlerine yaramayan şeyi, ilgili olmadıkları görevi vermek.

Ateş almak: 1. Yanmak, tutuşmak. 2. Ateşli silâhın patlaması. 3. Telâşlanmak, öfkelenmek, heyecanlanmak, coşmak.

Ateş bacayı sarmak: Bir iş ya da olay önüne geçilemez, tehlikeli bir durum almak.

Ateş basmak: Aşırı ölçüde sıkılmak, heyecanlanmak, utanmak sonucu vücutta sıcaklığın artması, yüzün kızarması.

Ateşe atmak: Birini çok tehlikeli bir işe bile bile sokmak.

Ateşe tutmak: 1. Ateşli silâhla mermi atmak. 2. Bir şeyi ateşin üzerinde tutarak ısıtmak.”Zalim askerler zavallı köylüleri yaylım ateşine tuttular.”

Ateşe vermek: 1. Bir yeri bilerek yakıp yok etmek. 2. Aşırı ölçüde telâşlandırmak. 3. Bir toplumu, bir ülkeyi kargaşalık içine sürükleyerek yıkıma uğratmak.

Ateşine (nârına) yanmak: Birinin yüzünden büyük haksızlığa uğramak, zarar görmek.

Ateş kesilmek: 1. Çok kızgın, öfkeli davranışlar göstermek. 2. Çok çalışkan, hareketli ve becerikli olmak. 3. Ateşli silâhlarla yapılan atışa son vermek.

Ateşle oynamak: Çok tehlikeli, zarar verecek bir işin üstüne üstüne gitmek ya da böyle bir işe girişmek.

Ateş pahasına: Çok pahalı.

Ateş püskürmek: Çok öfkeli olmak, ağır sözler söylemek.

Ateşten gömlek: İçinde bulunulan acı, sıkıntılı, dayanılmaz durumu anlatmak için söylenir.

Atı alan Üsküdar`ı geçti: “Fırsat kaçtı, artık yapılacak şey kalmadı” anlamında kullanılır.

Atı eşkin, kılıcı keskin: Her bakımdan güçlü, dilediğini yapabilir.

Atın yüğrükse bin de kaç: İmkânın varsa kendini kurtarmaya bak.

Atıp tutmak: 1. Kendi gücünü aşacağı işler yapacağını söylemek, abartılı konuşmak. 2. Birisinin arkasından ileri geri konuşmak, kötü sözler etmek.

At oynatmak: 1. Ata hüner göstermek. 2. Bildiği ve istediği gibi davranmak. 3. Belli bir alanda üstünlük kurmak.

Atsan atılmaz, satsan satılmaz: İşe yaramadığı, sıkıntı verdiği hâlde vazgeçilemeyen şeyler ve kimseler için kullanılır.

Attan inip eşeğe binmek: Bulunduğu dereceden, mevkiden, önemli görevden daha aşağı bir yere inmek veya alınmak.

Avaz avaz bağırmak: Olanca gücüyle bağırmak; sesi yettiği kadar, var gücüyle bağırmak.

Avucunun içine almak: Birini her dediğini yapar duruma getirmek, baskı ve etkisi altına almak.

Avucunu yalamak: Umduğunu ele geçirememek, beklediğini elde edememek.

Avuç açmak: Yardım istemek, dilenmek, para istemek ya da ister duruma düşmek.

Ayağa düşmek: 1. Bir şeyin değerini kaybetmesi. 2. Yalvarır duruma gelmek. 3. İşe ilgisiz ve yetkisiz kimseler karışır olmak.

Ayağa kalkmak: 1. Hasta iyi olmak. 2. Saygı göstermek için oturma durumundan ayak üzeri duruma geçmek. 3. Telâşlanmak, heyecanlanmak. 4. Dikilmek, ayakları üzerinde durmak.

Ayağı (ayakları birbirine) dolaşmak: Yürürken herhangi bir sebepten ötürü ayakları birbirine takılmak, sendelemek.

Ayağı düşmek: Bir yere uğramak, o yer yolu üzerinde bulunmak, yolu düşmek.

Ayağı düze basmak: İşleri iyi gitmek, zorlukları yenerek rahata kavuşmak.

Ayağı ile gelmek: 1. Kendi isteği ile gelmek. 2. Çok fazla emek sarf edilmeden elde edilmek.

Ayağına bağ olmak: Bir işini yapmasına, bulunduğu yerden ayrılmasına engel olmak.

Ayağına dolaşmak (veya dolanmak): 1. Birisinin yaptığı işe engel olmak. 2. Başkasına yaptığı kötülük kendi başına gelmek.

Ayağına gitmek: Büyüklük taslamadan alçak gönüllülük edip birinin yanına varmak.

Ayağına kapanmak: Kendini küçük düşürerek yalvarıp yakarmak.

Ayağına (ayaklarına) kara su inmek: Bir yerde ayakta beklemekten veya uzun süre dolaşmaktan çok yorulmak.

Ayağını çekmek: Daha önce gittiği yere artık uğramaz olmak, ilişkiyi ve ilgiyi kesmek.

Ayağını denk almak: Birilerinin kendisine karşı yapacakları muhtemel kötülüklere karşı uyanık davranmak, tedbirli olmak.

Ayağını kaydırmak: Bir yolunu bularak birini bulunduğu işten, mevkiden uzaklaştırmak.

Ayağını kesmek: 1. Bir yere gitmez, uğramaz olmak. 2. Birini bir yere artık uğramaz duruma getirmek.

Ayağının altına almak: 1. Acımasızca, tekmelerle kıyasıya dövmek. 2. Bir şeyi küçük görerek ondan faydalanma yoluna gitmemek, o şeyi tepmek.

Ayağının tozuyla: Henüz dinlenmeden, yoldan gelir gelmez.

Ayağını sürümek: 1. Verilen bir görevi ağırdan yapmak. 2. Bir yerden ayrılmak üzere bulunmak. 3. Ölmek üzere olmak. 4. Halk inanışına göre birinin gelmesi, ardından başkalarının da gelmesine yol açmak.

Ayağını yorganına göre uzatmak: Gelirini giderine uydurmak, harcamalarda geliri aşmamak.

Ayağı (ayakları) suya ermek (değmek): Neden sonra aklı başına gelmek, bir şeyin aslını anlamak, beklenen biçimde olmadığını kavramak.

Ayak altında kalmak: 1. Hor görülüp aşağılanmak, değer verilmemek. 2. İnsanların sık gelip geçtiği yerde, kalabalık içinde kalmak.

Ayak atmamak: Bir yere hiç gitmemek.

Ayak diremek: Bir şeyde ısrar etmek, karşı koymak, kendi kararından vazgeçmemek.

Ayaklar altına almak: Önem verilmesi gereken şeyleri hiçe saymak, çiğnemek.

Ayakları geri geri gitmek: Bir yere istemeye istemeye, gönülsüz gitmek.

Ayaklı kütüphane: Çok şey okumuş, her sorulana cevap veren, çok şey bilen, okudukları aklında kalmış kimse.

Ayakta kalmak: 1. Bir zorluk karşısında yıkılmamak, çökmemek. 2. Oturacak yer bulamamak.

Ayak takımı: İşe yaramaz, bilgisiz, görgüsüz, kaba, serseri, değersiz kimselerin bütünü.

Ayak uydurmak: 1. Adımlarını başkasınınkine uydurmak. 2. Kendi gidiş ve davranışını başkasınınkine benzetmek.

Ayak üstü (üzeri): 1. Kısa süre içinde, acele olarak. 2. Ayakta durarak, ayakta dikilerek.

Ayasofya`da dilenip Sultanahmet`te sadaka (zekât) vermek: Kendisi başkasının yardımı ile geçinirken, gösteriş için elindekini başkalarına yardım amacıyla dağıtmak.

Ayıkla pirincin taşını: Bir işin oldukça karışık, dolaşık, içinden çıkılması güç olduğunu anlatmak için kullanılır.

Ayılıp bayılmak: 1. Sinir krizi geçirmek, bunalıma düşmek. 2. Birini kendinden geçercesine sevmek, beğenmek.

Ayranı kabarmak: Öfkelenmek, kızıp bağırmak; coşmak.

Ayvaz kasap hep bir hesap: “Ha öyle ha böyle, ikisi de bir; hangi yolu seçersek seçelim aynı sonuca varır” anlamında kullanılır.

Ayyuka çıkmak: 1. Pek yükselmek (ses için). 2. Herkesçe duyulmak, yayılmak (dedikodu için).

Aza çoğa bakmamak: Eline geçenle yetinmek, tok gözlü olmak.

Azizlik etmek: Şaka ile takılmak, muziplik etmek, şaka ile aldatmak.

“B” Harfiyle Başlayan Deyimler
Baba adam: Ağır başlı, iyi yürekli, olgun, hoşgörülü, yaşlıca adam.

Babası tutmak (veya babaları üstünde olmak): Çok fazla öfkelenmek, kızgınlığı her hâliyle belli olmak.

Babana rahmet: “Yaptığın iş, söylediğin söz çok yerinde; Allah senden razı olsun” anlamında hoşnutluk, memnunluk bildirmek için kullanılır.

Baba ocağı (evi veya yurdu): Dededen, babadan kalma ev; toprak, yurt.

Babasının hayrına (mı?): Hiçbir çıkar gözetmeksizin.

Bağ bozmak (bağbozumu): 1. Bağda son kalan ürünün toplanması. 2. Bu işlerin yapıldığı mevsim (güz), gün.

Bağrına basmak: 1. Kucaklamak, kolları ile sararak göğsüne yaslamak. 2. Birini gözetip kayırmak, koruyup yetiştirmek.

Bağrına taş basmak: Uğradığı zarara, felakate sesini çıkarmadan katlanmak.

Bağrını delmek: İçine işlemek, pek dokunmak, dertli olmasına yol açmak.

Bağrı yanık: Çok acı çekmiş; dert, sıkıntı, darlık, kahır görmüş; yaslı.

Bahse girmek: Görüşünde veya iddiasında haklı çıkacak tarafa bir şey verilmesini kabul eden sözlü anlaşma yapmak.

Bahtı kara: Mutsuz, dertten kurtulamayan, işleri hep ters giden.

Baklayı ağzından çıkarmak: Sabrı tükenip o zamana kadar sakladığı şeyleri söylemek.

Bal alacak çiçeği bilmek: Çıkar sağlanacak yeri veya şeyi bulmak, bu konuda nasıl hareket edileceğini bilmek.

Baldırı çıplak: İşsiz güçsüz, serseri, başı boş, ayak takımından.

Bal dök (de) yala: Bir yerin çok temiz, pırıl pırıl olduğunu anlatmak için kullanılır.

Balgam atmak: Bir iş ya da konu üzerinde kuşku uyandıracak söz söylemek.

Bal gibi: 1. Çok tatlı. 2. Çok iyi, adamakıllı, pekâlâ.

Balık etinde: Ne şişman, ne zayıf; biçimli, kilosu yerinde olan.

Balık istifi: Çok sıkışık bir durumda.

Balık kavağa çıkınca: Gerçekleşmesi mümkün olmayacak işleri anlatmak için kullanılır.

Balon uçurmak: İlgililerin ne diyeceklerini anlamak veya insanların telâşlanmalarını sağlamak amacıyla aslı olmayan bir haber yaymak.

Balta olmak: Musallat olmak, asılmak, direnerek bir şey istemek, istediğini yaptırmak için sürekli ısrar etmek.

Baltayı taşa vurmak: Bilmeyerek karşısındakini kıracak söz söylemek, pot kırmak.

Bam teline basmak: Bir kimseyi, duyarlılık gösterdiği konuda kızdıracak söz söylemek, öfkelendirecek bir şey yapmak.

Bana mısın dememek: Aldırış etmemek, ona hiçbir şey etkili olmamak.

Barut fıçısı: Her an karışıklık, kavga ve savaşın çıkacağı yer.

Barut kesilmek: Çok öfkelenmek, kızmak, sinirlenmek.

Basıp gitmek: Aklına koyduğu şeyi yapmak amacıyla, o an bulunduğu yerden kimseye danışmadan ayrılmak.

Basireti bağlanmak: Gerçeği göremez, iyi düşünüp kavrayamaz bir duruma düşmek.

Baskın çıkmak: Üstünlüğünü göstermek, karşısındakini geçmek.

Bastığı yeri bilmemek: 1. Çok fazla sevinmek. 2. Dengesiz hareketlerde bulunmak, durumunu kontrol edememek, şaşkınlıktan nerede olduğunu bilememek.

Baston (kazık) yutmuş gibi: Dimdik duran, yürüyen kimsenin durumu.

Başa baş (gelmek): Birbirine denk, eşit olmak; birlikte olmak.

Başa çıkarmak: 1. Bir işi bitirmek, sona erdirmek, başarmak. 2. Bir kişiye aşırı ölçüde ilgi gösterip çok şımartmak.

Başa çıkmak: Gücünün üstünlüğünü kanıtlamak, bir şeye gücü yetmek.

Başa geçmek: 1. En üstün yeri almak. 2. Herhangi bir konu önemce ilk sırayı almak.

Başa gelmek: Kötü bir duruma uğramak.

Başa güreşmek: 1. Yağlı güreşte başpehlivanlık için güreşmek. 2. En üstün sonucu almak için mücadele etmek, yarışmada birinciliği almak için uğraşmak.

Baş ağrısı: Varlığı tedirginlik verici şey, rahatsız edici kimse.

Baş ağrıtmak: Yerli yersiz konuşarak, gereksiz sözler söyleyerek, çok konuşarak birisini rahatsız etmek.

Başa (başına) kakmak: Yapılan iyiliği yüzüne vurarak birisini üzmek, incitmek.

Baş alamamak: Çok uğraştıran bir konudan kurtulup da vakit ve fırsat bulamamak.

Baş aşağı gitmek: Sürekli kötüleşmek, zarar görmek.

Baş başa kalmak: Biriyle yalnız kalmak, iki kişi bir arada yalnız kalmak.

Baş başa (kafa kafaya) vermek: Birbirinin düşüncesinden yararlanmak üzere birkaç kişi toplanıp bir konuyu görüşmek, bir konuda dertleşmek.

Baş belâsı: Sürekli rahatsız eden, yük olan, bir kimseye musallat olup sıkıntı veren ve uzaklaştırılamayan kişi ya da şey.

Baş çekmek: Ön ayak olmak, öncülük etmek.

Baş edememek: Gücü yetmemek, başarı kazanamamak, bir işi başarmakta zorluk çekmek.

Baş eğmek: Direnmekte vazgeçip güçlünün buyruğuna girmek, teslim olmak.

Baş göstermek: Ortaya çıkmak, belirmek, vuku bulmak.

Baş göz etmek: Evlendirmek.”Şu kızı da bir baş göz edersem gözüm arkada kalmayacak.”

Başı ağrımak: Bir işten dolayı sorumlu duruma düşmek, kaygu çekmek.

Başı altından çıkmak: Kötü bir şey, kötü bir durum, birinin gizli düzeni ve tertibiyle meydana gelmek.

Başı bağlı olmak: 1. Evli ya da nişanlı olmak. 2. Serbest, özgür olmayan, bir yere bağımlı olan.

Başı boş bırakmak: Bir kimsenin üzerindeki denetimi ve gözetimi kaldırmak, kendi bildiğine bırakmak.

Başı darda kalmak (başı dara düşmek): Çok sıkıntılı, çaresiz bir durumda olmak; parasızlıktan dolayı güç bir durumda kalmak.

Başı derde girmek: Can sıkıcı, üzücü, istemediği bir duruma düşmek.

Başı dik gezmek: Utanılacak bir durumu olmadan, onurlu şekilde toplumda yer almak.

Başı dönmek: 1. Bir şey karşısında şaşırmak. 2. Sıkıntı meydana getiren bir durum karşısında bunalmak. 3. Dengesini yitirmek, gözleri kararmak; çevresi kararıyor, dönüyor, kayıyor duygusu içinde sarsılmak.

Başı göğe ermek: Beklenmeyen, umulmayan bir mutluluğa, sevince ulaşmak.

Başı kalabalık (olmak): Bir iş dolayısıyla yanında çok fazla kişi olmak.

Başına belâyı satın almak: Sıkıntı, üzüntü ve tedirginlik verici olduğunu sonradan anladığı bir işe kendi isteği ile girmiş bulunmak.

Başına bir hâl gelmek: Büyük, içinden çıkılması zor güçlüklerle karşılaşmak; kötü duruma düşmek.

Başına buyruk: Dilediğini izin almaksızın yapan, istediği gibi davranan.

Başına çalmak: Bir şeyi sert, öfkeli ve kızgın bir davranış içinde vermek.

Başına çorap örmek: Bir kimseye, haberi olmadan, kötü duruma sokucu davranışta bulunmak, alt etmek için gizlice plân kurmak.

Başına çökmek: 1. İştahla sofraya oturmak. 2. Bir işi çabuk bitirmek üzere oturup ele almak. 3. Birini altına alıp dövmek.

Başına devlet kuşu konmak: Ummadığı, beklemediği bir nimete ya da varlığa kavuşmak.

Başına dolamak: İçinden çıkılması zor bir işi birine musallat etmek.

Başına iş açmak: Uğraştırıcı ve üzücü bir işin çıkmasına yol açmak.

Başında kavak yeli esmek: 1. Sorumluluk duygusundan uzak, zevk ve eğlence peşinde koşmak (genç için). 2. Gerçekleşmeyecek şeyler düşünerek vakit geçirmek.

Başından atmak: 1. Gereksiz görülen bir bağlılığa, bir ilişkiye son vermemek; bir istekte bulunan kişiyi yanından uzaklaştırmak. 2. Yapılması zor bir işi yapmaktan kendini kurtarmak ya da o işi bir başkasına yüklemek.

Başından aşağı kaynar sular dökülmek: Çok kötü, üzücü, sıkıntı verici ya da utandırıcı bir olay karşısında vücudunu ter basmak, ürpermek.

Başından büyük işlere girişmek (veya kalkışmak): Gücünün üstünde olan işleri yapmaya kalkışmak.

Başından korkmak:Hayatından kaygı duymak, cezalandırılmaktan korkmak.

Başını ağrıtmak: 1. Gereksiz sözlerle birini bunaltmak. 2. Bir iş için birini uğraştırmak, sıkmak.

Başını alıp gitmek: Nereye gideceğini bildirmeden, izin almadan gitmek.

Başını bağlamak: Evlendirmek.

Başını belâya sokmak: Bir kimseyi, zarar göreceği, kötü sonuçlarla karşılaşacağı bir işe sokmak.

Başını bir yere bağlamak: Bir işe yerleştirmek, işsizlikten kurtarmak.

Başını boş bırakmak: Denetimsiz, yalnız ve serbest bırakmak.

Başını derde sokmak: Sıkıcı, yorucu, üzücü bir işe girmek veya getirilmek.

Başını dinlemek: Sessiz, sakin bir ortama çekilmek; kalabalıktan ve gürültüden uzaklaşmak.

Başını ezmek: Birini hareket edemez, kötülük yapamaz ya da başını kaldırıp bir işi göremez duruma getirmek.

Başını kaşımaya (kaşıyacak) vakti olmamak: Çok meşgul olmak, başka bir işi yapmaya hiç vakti olmamak.

Başının çaresine bakmak: Kimsenin yardımı olmadan kendi işini kendi yapmak, kendini zor durumdan kurtarmak.

Başının derdine düşmek: Başka bir şeyle ilgilenemeyecek kadar sıkıntılı, üzücü ve tehlikeli bir duruma çare bulmaya çalışmak.

Başının etini yemek: Sürekli olarak, bıktırıncaya kadar, ısrarla birinden bir şey istemek; bu sebeple onu rahatsız edip üzmek.

Başını taştan taşa vurmak: Fırsatı kaçırdığı için çok pişman olmak, çaresiz kalarak kahırlanmak.

Başını vermek: Bir ideal uğrunda kendini feda etmek, canını vermek.

Başını yemek: Bir kimsenin büyük zarar görmesine ya da ölmesine yol açmak.

Başı sıkışmak (sıkılmak): Herhangi bir güçlük karşısında kalmak, bunalmak.

Başı tutmak: 1. Önde olmak. 2. Gürültüden, üzüntüden ve çok konuşmadan başı ağrımak.

Baş koymak: Bir şey uğruna ölümü göze almak.

Baş köşe: Saygı duyulan, önder sayılan büyüklerin oturması için ayrılan yer.

Baş sallamak: 1. Anlasa da anlamasa da karşısındakinin her sözünü uygun bulur görünmek.

Baş tacı etmek: Değer vermek, çok üstün tutmak, çok sevmek.

Baştan aşağı: Tamamiyle, hepsi, bütünüyle.

Baştan kara gitmek: Sonunu düşünmeyerek, hatta sonucun kötü olduğunu bildiği hâlde hesapsız, batarcasına bir yol tutmak; felâkete doğru gitmek.

Baştan savma: Üstün körü, özen gösterilmeden, gelişi güzel.

Baş üstünde yeri var: “Sevgi, ilgi ve saygı ile karşılanıp ağırlanır.” anlamında kullanılır.”

Baş vermek: 1. İnandığı bir şey uğrunda ölmek, canını vermek. 2. Belirmek, kimi bitkilerin başak tutmaya başlaması.

Baş vurmak: 1. Müracaat etmek, bir işin yapılmasını bir kimse veya kuruluştan istemek. 2. Bilgi edinmek üzere bir kaynağa bakmak, bir kimseye danışmak.

Baş yemek: 1. Sofrada en önemli yemek. 2. Birinin ölümüne sebep olmak. 3. Birinin herhangi bir işte güç durumda kalmasına yol açmak.

Battı balık yan gider: “İşlerin kötü gittiğine, düzelmeyeceğine, bu konuda da umut kalmadığına göre artık istenildiği gibi davranılabilir, ne olursa olsun” anlamında kullanılır.

Bayrak açmak: 1. Bir dava yolunda toplanmaya çağırmak. 2. Gönüllü asker toplamaya girişmek.

Bayram etmek: Çok sevinmek.

Belâ aramak: Kavga çıkararak, önüne gelene çatarak ya da başka sebeplerle kendisi için tehlikeli bir durum oluşmasına yol açmak.

Belâsını bulmak: Kendi yol açtığı tehlikeli bir durumun içine düşmek, hak ettiği cezayı görmek.

Belâyı satın almak: Kendi davranışları yüzünden tehlikeyi üstüne çekmek.

Bel bağlamak: Güvenmek, birisinin kendisine yardım edeceğine inanmak, inanıp arkasından gitmek.

Beli bükülmek: 1. Yaşlılık yüzünden güçsüz kalmak, bir iş yapamaz duruma gelmek. 2. Üzüntü ve kederden ruhsal bir çöküntüye düşmek.

Belini doğrultmak: Kötüye giden durumunu yeniden düzeltmek, güçlenmek, kaybettiği itibarını ve ekonomik gücünü yeniden kazanmak.

Belini kırmak: 1. Birini bir şey yapamaz duruma getirmek. 2. Bir işin en güç tarafını yapmak.

Bel vermek: (Dik şeylerin) dışarıya doğru, (yatay şeylerin de) aşağıya doğru kamburlaşmak.

Ben hancı, sen yolcu (oldukça): “Özel ilişkilerimiz sürüp gittikçe senin bana işin düşer” ya da “Nasıl olsa yine karşılaşacağız” anlamında kullanılır.

Benlik dâvası: Önde görünmek, her şeyde söz sahibi olmak, her şeyi kendi düşüncesine uydurmak, hep dediğini yaptırmak çabası ve tutkusu.

Benzi atmak: Bir sebepten ötürü ansızın yüzünün rengi sararmak, solmak.

Bereket versin: 1. “Allah size bol kazanç versin” anlamında iyi dilek sözü. 2. Çok şükür ki iyi ki (hoşnutluk anlatır).

Beş aşağı beş yukarı: Çok az fark olarak, kararlaştırılmak istenen sayıdan, ölçüden bir miktar az veya çok olarak.

Bet (i) bereket (i) kalmamak: Bolluğun, verimliliğin kalmaması, sona ermesi.

Betine gitmek: Ayıp saymak, kötü karşılamak, kendisine yedirememek.

Beyin yıkamak: Bir insanı, kendine özgü düşünce ve dünya görüşüne yabancılaştırmak, başka yönlerde düşünür ve davranır duruma getirmek.

Beylik söz: Etkisi kalmamış, herkesin kullanageldiği söz.

Beyni bulanmak: 1. Sersemlemek, sağlıklı düşünemez olmak. 2. Kötü bir şey olacağını sezinleyip huzuru kaçmak.

Beyninden vurulmuşa dönmek: Umulmadık, beklenmedik bir olay karşısında şaşkınlığa düşmek, düşünce yeteneğini yitirir gibi olmak.

Beynine girmek: 1. Akla uygun gelmek. 2. Bir kimseyi türlü yollara baş vurarak bir şey yapmaya inandırmak, kandırmak. 3. Ezberlemek, aklında tutmak.

Bıçak kemiğe dayanmak: Çekilen sıkıntı artık katlanamayacak bir hâl almak.

Bıyığı terlemek: Bıyığı yeni yeni çıkmaya başlamak.

Bıyık altından gülmek: Birinin içine düştüğü duruma belli etmeden gülmek, sevindiğini belli etmeyerek onunla eğlenmek, içinden onunla alay etmek.

Bildiğini okumak: Kim ne derse desin, istediği gibi davranmak.

Bile bile lâdes: Bile bile aldınmış görünme, öyle gerektiği için kötü bir durumu kabullenme.

Bin dereden su getirmek: Birini kandırmak için dil dökmek, birçok sebep ileri sürmek, aldatıcı sözler sarf etmek.

Bindiği dalı kesmek: Kendisi için gerekli ve yararlı olan şeyi kendi eliyle yok etmek.

Bir atımlık barutu olmak (veya kalmak): 1. Bir konuda yapacağı çok az şeyi olmak. 2. Dayanacak pek az gücü kalmak.

Bir ayağı çukurda olmak: Çok yaşlanmış olmak, yaşayacak çok az zamanı kalmış olmak.

Bir ayak önce (evvel): Çok çabuk, bir an önce, ivedi olarak.”Bu iş, bir ayak önce yapılacak bir iştir.”

Bir baltaya sap olmak: Belirli bir sanat ya da iş sahibi olmak.

Bir bardak suda fırtına koparmak: Çok basit, küçük, önemsiz bir şeyi büyütüp içinden zor çıkılır bir olay hâline getirmek.

Birbirine düşmek: Aralarında anlaşmazlık çıkıp birbirlerine kötü bakmaya başlamak.

Birbirine girmek: 1. Aralarında çıkan anlaşmazlık kavgaya dönüşmek, çarpışmak, saldırmak. 2. Bir kaza sonucu araçların birbirine çarpması.

Bir çuval inciri berbat etmek: İyi olan, yolunda giden bir durumu yanlış davranışlarla bozmak, olumsuz bir gidişe sokmak.

Bir dalda durmamak: Sık sık düşünce, iş ya da tutum değiştirmek.

Bir damla: 1. Çok az, pek az (sıvı şeyler için söylenir). 2. Çok küçük (çocuklar için söylenir).

Bir dediği iki olmamak: Her istediği hemen yapılmak, yerine getirilmek.

Bir deri bir kemik kalmak: Çok zayıflamak, kilo kaybına uğramak.

Bir dikili ağacı olmamak: Malı, mülkü veya evi olmamak.

Bire bin katmak: Olduğundan çok göstermek, abartmak.

Bire bir gelmek: Etkisini hemen ve kesin olarak göstermek.

Bir eli yağda, bir eli balda (olmak): Bolluk, varlık, rahat ve huzur içinde olmak.

Bir elle verdiğini öbür elle almak: Bir kimseye yaptığı iyiliği, yararı, başka bir yola baş vurarak sağladığı çıkarla ödetmek.

Bir gömlek aşağı: Bir derece daha düşük.

Bir hâl olmak: 1. Bir şeyi çok yapa yapa usanmak, yorulmak, fenalık gelmek, bezmek. 2. Daha önce görülmeyen davranışlar içinde olmak, huyu değişmek. 3. Kazaya uğramış olmak.

Bir hoşluğu olmak: Rahatsız, neşesiz olmak.

Bir kalemde: Birden ve toptan, bir işlem ile.

Bir kapıya çıkmak: Aynı sonuca varmak, aynı neticeyi vermek.

Bir kaşık suda boğmak: Bir kişiye çok fazla kızmak, elinden gelse öldürecek ölçüde sinirlenmek.

Bir kıyamettir gitmek (kopmak): Çok fazla gürültü, patırtı, telâş olmak.

Bir Köroğlu bir Ayvaz: Bir karı kocanın çocuğunun olmaması yahut yakınlarının yanlarında bulunmaması.

Bir kulağından girip öbür kulağından çıkmak: Söylenen söze önem vermemek, kulak asmamak, umursamamak.

Bir pula satmak: Bir kimseyi bir çıkar uğruna harcamak.

Bir sözünü iki etmemek: Birinin her istediğini hemen yerine getirmek.

Bir şeye benzememek: İşe yarar durumda olmamak, istenilen biçimde bulunmamak.

Bir taşla iki kuş vurmak: Bir davranışla iki veya birden çok yararlı sonuç elde etmek, bir girişimle iki iş yapmak.

Bir tutmak: Eşit görmek, eşit saymak, farklı muamelede bulunmamak.

Bir yastığa baş koymak: Evli bulunmak, acı ve tatlı günlerde birbirini desteklemiş olmak.

Bir yastıkta kocamak: Karı ve koca birlikte uzun bir ömür sürmek.

Bir yaşına daha girmek: Şaşılacak bir durumla, yeni bir şeyle karşılaşmak.

Bit yeniği: Kuşkulu bir nokta, işin gizli kalmış, kötü ve aksak yönü.

Bize de mi lolo!: “Senin ne mal olduğunu biliyoruz, bize yutturamazsın ya; seni yeterince tanıyoruz, herkesi aldatabilirsin ama bizi asla” anlamında kullanılır.

Boğaz boğaza gelmek: Zorlu bir kavgaya tutuşmak, ya da kavga edecek hâle gelmek.

Boğaz derdi: 1. Yemek pişirme, hazırlama sıkıntıları. 2. Geçim için uğraşma, kazanç sağlama kaygısı.

Boğaz kavgası: Yaşamak için, geçinebilmek için yapılan didinme, uğraş.

Boğazı kurumak: Çok susamak, çok konuşmaktan ve bağırmaktan ötürü sesi çıkmaz olmak.

Boğazına dizilmek: Bir üzüntüden dolayı iştahı kesilmek, isteksiz ve zorla yemek.

Boğuntuya getirmek: Birini bunaltıp şaşırtma yolu ile kendisinden bir iş veya mal karşılığı olarak çok miktarda para çekmek.

Bohçasını koltuğuna vermek: İşine son vermek, kovmak, başından defetmek.

Bol keseden: Ölçüsüz, çok fazla, bol bol.

Borç harç: Borç alarak ya da benzer yollara başvurarak (bir şeyi sağlamak).

Borusunu çalmak: Çıkar sağladığı kimsenin davasını gütmek.

Borusu ötmek: Sözü geçer olmak, dinlenilir olmak.

Bostan korkuluğu: 1. Kuşları ve diğer yabani hayvanları ürkütmek için tarlalara dikilen kukla, insan benzeri nesne. 2. Kendisinden beklenileni yapmayan, ya da kendisinden çekinilmeyen, göstermelik kimse.

Boşa çıkmak: Umulan gerçekleşmemek, sonuç vermemek, elde edilememek.

Boş atıp dolu tutmak: Umutsuz olarak girişilen bir iş, iyi sonuç vermek; doğruluğuna inanmadan söylediği söz gerçek çıkmak.

Boş bulunmak: 1. Dalgın ve dikkatsiz bulunmak. 2. Söylenmemesi gereken, sakıncalı bir sözü, işin sonunu düşünmeden söyleyivermek.

Boş gezenin boş kalfası: İşsiz güçsüz, aylak, boş gezip dolaşan kimse.

Boş vermek: Önem vermemek, aldırmamak, ilgisiz davranmak.

Boy atmak: Boyu uzamak, gelişmek, boylanmak.

Boy göstermek: 1. Görünmek, belirmek. 2. Gösteriş yapmak.

Boy ölçüşmek: Yarışmak, değer yarışına girmek.

Boynu bükük: Yardım bekleyen; acınacak, kimsesiz, güçsüz, öksüz durumda olan.

Boynu eğri: Herhangi bir nedenle, kendisini bir kimsenin dediklerini yapmaya borçlu sayan.

Boynu kıldan ince olmak: Adaletli yargı karşısında verilecek her cezaya razı olmak.

Boynunun borcu: Yapılması gerekli olan ödev.

Boynunu vurmak: Başını keserek öldürmek.

Boyunduruk altına girmek: Başkasının egemenliği altına girmek, tutsak olmak, emir ve baskı altında yaşamak.”Türk milleti için boyunduruk altına girmek, ölüm demektir.”

Boyunun ölçüsünü almak: 1. İddia üzerine giriştiği bir işi başaramayıp yetersizliğini anlamak. 2. Biri tarafından haddi bildirilmek. 3. Beklediği yakınlığı görememek.

Bozuk çalmak: Bir şey yüzünden canı sıkılmış, yüzü asılmış olmak, sinirli davranışlarda bulunmak.

Bozuk düzen: 1. Düzensiz, düzeni bozuk olan. 2. Toplumun yönetiminde uygulanan yanlış kurallar dizgesi.

Bozum etmek: Bir kimseyi bekmediği bir davranış karşısında bırakarak utandırmak, mahçup etmek.

Bozum olmak: Bir sözü ya da davranışı iyi karşılanmadığı için utanmak, utanacak duruma düşmek.

Bozuntuya vermemek: Hataya düştüğünü anladığında veya hoşlanmadığı bir durumla karşılaştığında farketmemiş gibi davranmak, oralı olmamak.

Bulanık suda balık avlamak: Karışık durumlardan yararlanarak kendi çıkarını sağlamak.

Buldukça bunamak: Bulduğundan daha çoğunu isteyip şükretmemek, daha iyisini istemek.

Buluttan nem kapmak: Çok alıngan olmak, en küçük şeylerden bile alınmak.

Bunda bir iş var: “Bir olayın şimdilik bilinmeyen bir yönünün bulunması, anlaşılamayan bir sebebin aranması” durumunu anlatmak için kullanılır.

Bundan iyisi can sağlığı: “Bundan daha iyisi, en iyisi olamaz” anlamında kullanılır.

Bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu: Bir ilke benimsediği hâlde, benimsediği bu ilkenin tersine davranışlarda bulunanlar için söylenir.

Burnu bile kanamamak: Tehlikeli bir durumdan yara bere almadan kurtulmak.

Burnu büyümek: Kibirlenmek, böbürlenmek, büyüklenmek.

Burnu havada (olmak): Kendini çok beğenmiş, kibirli (olmak).”Burnu havada gezenlerden hiç hoşlanmam.”

Burnu Kaf dağında (olmak): Çok fazla kibirli, herkese yukarıdan bakar (olmak).

Burnundan (fitil fitil) gelmek: Hoş bir durum, elde ettiği güzel bir şey, sonra gelen üzüntüler üzerine kendisine zehir olmak.

Burnundan düşen bin parça (olmak): Suratı çok asık (olmak).

Burnundan kıl aldırmamak: Oldukça huysuz olmak, kendisine hiç söz söyletmemek, kendisinin eleştirilmesine fırsat tanımamak, en küçük yergiye tahammül göstermemek.

Burnundan solumak: İşi başından aşkın olduğu için gözü hiçbir şey görmemek, çok öfkelenmiş olmak.

Burnunu çekmek: 1. Nefesini kullanarak sümüğünü burnunun yukarısına, geri çekmek. 2. Yoksun kalmak, umduğunu bulamamak, istediğini elde edememek, gayesine ulaşamamak.

Burnunun dikine gitmek: Kendisine verilen öğütlere kulak asmayıp kendi bildiği gibi davranmak, istediğini yapmak.

Burnunun direği sızlamak: 1. Çok acı duymak (maddî). 2. Çok üzülmek.

Burnunun ucunu görmemek: 1. İleriyi görememek, meydana geleceği açık olanı görememek. 2. Çok sarhoş olmak. 3. Çok dikkatsiz ve dalgın olmak.

Burnunu sokmak: Üzerine vazife olmadığı, gerekmediği hâlde her işe karışmak.

Burnu sürtülmek: Ilımlı bir yol seçip gururundan vazgeçmek, sıkıntı çektikten sonra daha önce beğenmediği bir durumu kabul etmek.

Burun buruna gelmek: 1. Ansızın karşılaşmak, karşı karşıya gelmek. 2. Birbirine çok yaklaşmak, birine çok sokulmak.

Burun kıvırmak: Önem ve değer vermemek, küçümsemek, beğenmemek.

Buyur etmek: Misafiri karşılayarak içeri almak, “buyurun” diyerek saygı ile yer göstermek ya da sofraya çağırmak.

Buyurun cenaze namazına: Hiç beklemedik kötü bir durum karşısında şaka yollu üzüntü belirtmek için “ne yazık ki” anlamında kullanılır.

Buz kesilmek: 1. Çok üşümek, donmak. 2. Buz gibi soğumak, buz durumuna gelmek. 3. Endişe, korku ve üzüntü veren bir durum karşısında donakalmak.

Buzlar çözülmek: 1. Buzların erimeye ve kırılmaya, su hâline gelmeye başlaması. 2. Kişiler arasındaki dargınlığın, soğukluğun, kırgınlığın ve gerginliğin ortadan kalkmaya başlaması.

Buz tutmak: Üstünde buz meydana gelmek, buzla kaplanmak.

Buz üstüne yazı yazmak: 1. Birine etkisi olmayan sözler söylemek. 2. Etkisi ve süresi çok kısa olan bir iş yapmak.

Büyük oynamak: 1. Büyük bir tehlikeyi göze alarak bir işe girişmek. 2. Çok fazla para koyarak kumar oynamak.

Büyük (söz) söylemek: Başkasının düştüğü kötü duruma düşmeyeceğini söyleyerek övünmek.

Büyük sözüme tövbe!: Bir konuda kesin konuşulduğunda ya da bir başkasının düştüğü kötü dur ama düşmeme iddiasında bulunulduğunda Cenab-ı Allah`tan böyle bir duruma düşürmemesini dileme.

Büyüklük göstermek: Elinde her imkân varken kötülük yapmamak, affetmek, iyi davranmak.”İstese büyüklük göstermeyip onu buraya bir daha sokmazdı, erkek adammış.”

Büyümüş de küçülmüş: Davranışları, konuşması yaşının üstünde olan, büyükler gibi hareketler yapan çocuk.

“C” Harfiyle Başlayan Deyimler

Cadı kazanı: Fesadın ve dedikodunun çok olduğu, herkesin birbirine düştüğü, türlü düşmanlıkların kaynaştığı, hile ve düzenlerin kurulduğu yer.

Caka satmak: Çalım satmak, gösteriş yapmak.

Cambul cumbul: Pek sulu, suyu bol (yemek için).

Cana can katmak: İnsanda yaşama sevincini artırmak; insana neşe, heves ve iç gücü vermek.

Can alacak yer (nokta): Bir şeyin en önemli yeri, en temelli noktası.

Cana minnet (bilmek): İhtiyacı olduğu hâlde arayıp da bulamadığı şeylerden saymak.

Can atmak: Herhangi bir şeye sahip olmayı, ya da herhangi bir şeye erişmeyi çok istemek.

Can borcunu ödemek: Ölmek.

Cana yakın: Sevimli, sokulgan, insana pek sıcak davranan.

Can baş üstüne: İstenilen, arzu edilen şeyin büyük bir memnunlukla yapılacağını anlatır.

Can çekişmek: Ölmek üzere bulunmak.

Can damarı: Bir şeyin en önemli noktası, en mühim unsuru; bir şeyin yaşaması için en önemli araç.

Can damarına basmak: Bir işin en önemli noktası üzerinde durmak, ya da bir şeyin en duyarlı noktasını açığa çıkarmak.

Can dayanmamak: Bir acı, üzüntü, sıkıntı ve istek karşısında direnme gücü kalmamak; dayanıklılığı yitirmek.

Can düşmanı: Öldürmeyi bile düşünen, aşırı kin ve düşmanlık besleyen, dost olmayan.

Can evi: 1. Yürek. 2. En duyarlı bölge.

Can evinden vurmak: En etkileyici, en can alıcı yönden saldırmak; bir daha yaşama imkânı kalmayacak şekilde vurmak.

Can havli ile: Ölüm korkusundan kaynaklanan güçlü bir tepkiyle (bir eylem yapmak).

Canı burnuna gelmek: Bir şey yaparken çok zorluk çekmek, bunalmak.

Canı (gönlü) çekmek: Bir şeyi istemek, istek duymak, çok arzulamak.

Canı çıkmak: 1. Ölmek. 2. Çok yorulmak. 3. Çok yıpranmak.

Canı gitmek: Önem ve değer verdiği, beğendiği bir şeye zarar gelecek diye çok korkmak, kaygılanmak.

Canına değmek: 1. Çok hoşlanmak, yararına yapılan işten ötürü çok sevinmek. 2. Ruhu şad olmak.

Canına kıymak: 1. İntihar etmek, kendini öldürmek. 2. Acımadan öldürmek. 3. Kendini yoracak, yıpratacak kadar iş görmek.

Canına okumak: 1. Bir kimseye büyük bir zarar vermek, kötülük etmek. 2. İyi bir şeyi kötü hâle getirmek, heder etmek, harcamak.

Canına tak demek: Sabrı kalmamak, bir sıkıntıya dayanamaz duruma gelmek.

Canına yandığım (yandığımın): Kimi zaman sevgi ve hayranlık, kimi zaman da kızgınlık ve öfke gibi duyguları anlatmak için kullanılır.

Canına yetmek: Bezmek, bıkmak, bir zorluğa dayanamayacak duruma gelmek.

Canından bezmek: Çektiği sıkıntılar yüzünden içinde olduğu hayatı artık istemeyecek bir duruma gelmek.

Canını almak: Öldürmek.

Canını bağışlamak: Öldürebileceği bir kişiyi öldürmekten vazgeçmek.

Canını dişine takmak: Büyük sıkıntıları, tehlikeleri göze alarak bir işi başarmaya çalışmak.

Canını sokakta bulmak: Sağlığını koruması, kendini yıpratmaması ve tedbir alması gerektiğini anlatmak için kullanılır.

Canının içine sokacağı gelmek: Birine karşı büyük ölçüde sevgi duymak, birinden çok hoşlanmak.

Canını vermek: 1. Hiçbir şey esirgememek. 2. Bir şey uğrunda en değerli varlığını feda etmeye, hatta ölmeye hazır olmak. 3. Bir şeye aşırı ölçüde düşkün olmak.

Canını yakmak: 1. Fizikî acı vermek. 2. Bir kimseyi zarara ya da sıkıntıya sokmak; üzmek, kaygılandırmak.

Canı tatlı: Acıya, üzüntüye ve sıkıntıya katlanmayan.

Canı tez: Sabırsız, beklemeye tahammülü olmayan, ivecen.

Canı yanmak: 1. Fizikî bir acı duymak. 2. Bir işte zarar görmek, manevî bir üzüntü duymak.

Can kalmamak: Gücü, kuvveti kesilmek; bitkin bir duruma düşmek.

Can kaygısına düşmek: Her şeyi bırakıp, içine düştüğü tehlikeden varlığını kurtarma ve koruma çabasında olmak.

Can kulağıyla dinlemek: Kendini vererek, büyük bir dikkatle dinlemek.

Canla başla: Seve seve, her türlü zorluğa göğüs gererek, var gücüyle, hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak.

Canlı cenaze: Çok zayıf, güçsüz, zayıflıktan kemikleri çıkmış kimse.

Canlı yayın: Kişilerin ses ve davranışlarını o anda ve doğrudan doğruya veren radyo ve televizyon yayını.

Can pazarı: Herkesin kendi canının kaygusuna düştüğü ve kendi canını kurtarmaya çalıştığı tehlikeli bir durum, yer.

Can sağlığı: Esenlik, kişinin sağlıklı olması.

Can sıkıntısı: Yapılacak iş ve bir şeyle oyalanma imkânı bulamamaktan duyulan tedirginlik, içine düşülen bunalım.

Can vermek: 1. Ölmek. 2. Ruha güç vermek, yaşar duruma getirmek. 3. Bir şeyi çok ister olmak.

Can yakmak: 1. Üzmek, acı vermek. 2. Zulmetmek, eziyet etmek. 3. Bir kimseyi büyük zarar ve ziyana sokmak.

Can yoldaşı: Yalnızlıktan kurtulmak için birlikte yaşanılan kimse.

Cart curt etmek: Göz dağı vermek ya da övünmek amacıyla abartılı konuşmak.

Cart kaba kâğıt: Yüksekten atan, yapamayacağı şeyleri yapar gibi konuşan, çalım satan kimselere karşı söylenen küçümseme ünlemi.

Cebi delik: Parasız, cebinde para tutmasını bilmeyen.

Cebini doldurmak: Karşılaştığı fırsatları değerlendirerek bol para kazanmak.

Cehennem azabı: 1. Çok büyük sıkıntı, eziyet. 2. İman etmeyenlerin, kâfirlerin, günahkârların cehennemde çekecekleri ceza.

Cehennem olmak: Defolup gitmek.

Cemaziyülevvelini bilmek: Bir kimsenin herkesçe bilinmeyen, geçmişteki kötü bir yönünü veya kötü durumunu bilmek.

Cendereye sokmak: Çok sıkıştırmak, manevî baskı altına almak.

Cevabı yapıştırmak: Karşısındakinin, beklemediği, ters, güç duruma düşürücü bir cevap vermek.

Ciğeri beş para etmemek: Değersiz, kendisine güvenilmez, korkak, aşağılık (bir kimse olmak).

Ciğerimin köşesi: 1. Çok sevdiğim. 2. Sevgili evlâdım.

Ciğerini okumak: Karşısındakinin gizli düşüncelerini bilmek, aklından geçenleri anlamak.

Ciğerini sökmek: Bir kimseyi büyük ölçüde zarar ve ziyana uğratmak.

Cin çarpmışa dönmek: Neye uğradığını anlayamayacak kadar kötü duruma düşmek.

Cin fikirli: Zeki, çok kurnaz, her zaman kendi çıkarını kollayan, çok anlayışlı.

Cinler cirit (top) oynamak: Bir yerin ıssız, ürküntü verir olduğunu anlatmak için kullanılır.

Cinleri başına toplamak: Öfkelenmek, kızmak, çok sinirlenmek.

Curcunaya çevirmek (veya döndürmek): Bir yeri kargaşa, şamata, gürültü patırtı ile doldurup kimsenin ne dediğini anlamayacak hâle getirmek.

Cümbür cemaat: Topluca, hep birden.

Cümle kapısı: Konak, saray gibi büyük binaların ana giriş kapısı.

Cüret etmek: Ataklık etmek, yüreklilikle davranmak.

Cürmü meşhut hâlinde yakalamak: Bir kimseyi suçu işlerken şahitlerle birlikte yakalamak.

“Ç”  Harfiyle Başlayan Deyimler

Çaba göstermek: Bir işi başarmak için uğraşmak, kuvvet harcamak.

Çabalama kaptan ben gidemem: “Zorlamanın hiç faydası yok, ben bu işi yapacak güçte değilim; boşuna uğraşıyorsun, yapamam, gitmem,” anlamında kullanılır.

Çağ açmak: Yeni bir gidişin, tutumun öncüsü olmak; evrensel bir gidişe yol açmak.

Çakar almaz: İşe yarar gibi görünse de aslında yararsız, bozuk olan.

Çakı gibi: Canlı ve atik, çevik.

Çalımından geçilmemek: Çok kibirli, kurumlu olmak; büyüklük taslamak, gösteriş yapmak.

Çalım satmak (caka satmak): Büyüklük taslamak, kurularak davranmak.

Çalıp çırpmak: Eline ne geçerse (az ve çok) çalmak, bu yolla kazanç sağlamak.

Çam devirmek: Farkında olmadan karşısındakini kıracak ya da kötü bir sonuca yol açacak söz söylemek, davranışta bulunmak.

Çam yarması: İri gövdeli insan.

Çanak tutmak (açmak): 1. Söz ve davranışlarıyla kavgaya, kargaşaya yol açmak. 2. Dilenmek.

Çanak yalayıcı: Dalkavuk, çıkarı için dalkavukluk eden.

Çan çan etmek: Gerekli gereksiz sürekli konuşmak, yüksek sesle devamlı gevezelik etmek.

Çanına ot tıkamak: Bir daha sesini çıkaramayacak, kötülük edemeyecek bir duruma sokmak.

Çantada (torbada) keklik: “Ele geçirilmesi o kadar kesin ki elde edilmiş sayılır” anlamında kullanılır.

Çaptan düşmek: Önceleri iyi olan durumu sonradan bozulmuş olmak; çalışma gücü, verimi tükenmiş olmak.

Çar çur etmek: Gereksiz, lüzumsuz yere harcayıp tüketmek.

Çarıklı erkânıharp: Daha ziyade öğrenimi olmayan ama kafası çalışan, kurnaz ve uyanık köylüler için şaka yollu kullanılır.

Çark etmek: Dönmek, geri dönmek.

Çarkına okumak: Bozmak, çalışamaz hâle getirmek, zarar vermek; birine büyük kötülük yapmak.

Çarşamba pazarı: Her şeyi açıkta olan, karmakarışık yer.

Çarçaf gibi: Dalgasız, dümdüz ve durgun.

Çat kapı: Aniden, beklenmedik bir anda.

Çat pat: 1. Ara sıra. 2. Yarım yamalak, biraz. 3. Vakitli vakitsiz, uygunsuz zamanlarda.

Çayı görmeden paçaları sıvamak: Ham hayaller kurmak; henüz zamanı gelmediği hâlde yapılacak bir iş, meydana gelebilecek bir olay için hazırlıklara girişmek.

Çehre züğürdü: Çirkin, suratsız, yüzü yakışıksız.

Çekeceği olmak: Çok acı çekeceği, sıkıntıya gireceği bir iş ya da durumla karşılaşacağı sezilir olmak.

Çekidüzen vermek: Karışıklığı, dağınıklığı, başıbozukluğu gidermek.

Çekip çevirmek: Yönetmek, düzene sokmak, hâle yola koymak, çalışmasını sağlamak.

Çekip gitmek: Savuşmak, bırakıp gitmek, kimseye danışmadan ayrılmak.

Çekirdekten yetişme: Bir işi küçük yaştan, çıraklıktan başlayarak öğrenme ve o işte ustalaşma.

Çekişe çekişe pazarlık (etmek): Bir malı ucuza almak, ya da pahalıya satmak için titizce uzun süre yapılan pazarlık.

Çelme takmak: 1. Ayağını bacağına geçirerek yıkmaya çalışmak. 2. Bir işin gelişmesini engellemek veya bir kimsenin iyi yürüyen işini bozmak.

Çene çalmak: Gevezelik ederek, çok konuşarak vakit geçirmek.

Çenesi düşük: Geveze, çok konuşan, gereksiz şeyler söyleyen.

Çenesi kuvvetli: Söylemekten yorulmayan, söylediği sözlerle kendisini dinletmesini bilen.

Çene yarıştırmak: Karşılıklı gevezelik etmek, boş konuşmak.

Çetele tutmak: Hesap tutmak amacı ile bir yere çizgiler çekmek.

Çetin ceviz: 1. Kırılması zor, kabuğu sert ceviz cinsi. 2. Yola getirilmesi, yenilmesi zor rakip; başarılması güç iş.

Çevir kaz (ı) yanmasın: Karşısındakini kıracak bir söz söylediğini fark edip de çevirmeye kalkışanlara şaka yollu söylenir.

Çıban başı: 1. Çıbanın patlamak üzere olan tepe noktası. 2. Kötü sonuçların, uygunsuzlukların ana sebebi.

Çıfıt çarşısı: Türlü kötülüklerin, hile ve düzenlerin karmakarışık bir durumda bulunduğu yer.

Çığır açmak: Bir alanda yeni bir yol açmak; yeni bir tutum, izlenecek yöntem bulmak.

Çığırından çıkmak: Yoldan sapmak, doğru ve uygun gidişten ayrılmak, artık düzelemez hâle gelmek.

Çıkar yol: Çare, en tutarlı çözüm yolu.

Çıkış yapmak: Bir tartışma esnasında etkili söz ve sert davranışlarla düşüncelerini belirtmek.

Çıkmaza girmek: Çözümlenemeyecek, içinden çıkılamayacak bir duruma düşmek.

Çıngar çıkarmak: Gürültü patırtı, karışıklık ve kavga çıkarmak.

Çıt çıkarmamak: Çok sessiz olmak, hiç ses çıkarmamak, gürültü yapmamak.

Çiçeği burnunda: Çok taze, yeni koparılmış.

Çifte kumrular: Birbirini çok seven ve birbirinden ayrılmayan kimseler.

Çiğlik etmek: İnsana yakışmayan; olgunluğa, yaşa uygun düşmeyen yersiz ve kaba davranışlarda bulunmak.

Çiğ süt etmiş olmak: Soysuz ve namussuz olmak.

Çiğ yemedim ki karnım ağrısın: “Herhangi bir suç işlemedim ki korku duyayım, işi eksik yapmadım ki olumsuz sonuçtan kaygılanayım” anlamında kullanılır.

Çile çekmek: Üzüntü, eziyet, acı ve sıkıntı içinde yaşamak.

Çile çıkarmak: 1. Sıkıntılı bir işin veya durumun sona ermesini beklemek. 2. Tasavvufta bir müridin belli bir eğitim safhasından geçmesi.

Çileden çıkmak: 1. Çok öfkelenmek, olan bitenler karşısında dayanıklılığı kalmayıp taşkınlık göstermek. 2. Çile süresini bitirmek.

Çil yavrusu gibi dağılmak: Toplu hâlde bulunan insanların her biri, herhangi bir sebeple bir yana dağılmak.

Çirkefe taş atmak: Edepsiz, geçimsiz, kaba saba kimsenin tepkisine yol açacak davranışlarda bulunmak.

Çivi kesmek: Çok üşümek, donmak.

Çizmeden yukarı çıkmak: Bilmediği, aklının kesmediği, yetkisinin dışında bir işe kalkışmak; haddini bilmemek.

Çocuk oyuncağı: Önem verilecek değerde olmayan, kolay iş.

Çocuk oyuncağı hâline getirmek: Bir işi sık sık değiştirip verilmesi gereken önemde ele almamak, küçümsenir duruma getirip değerinden düşürmek.

Çoğu gitti azı kaldı: İşin en güç, en önemli, en büyük kısmı bitti, kalanı önemsizdir.

Çok görmek: 1. Esirgemek, bir kimseyi o şeye değer bulmamak. 2. Bir kimsenin yaptığını, davranışını yadırgamak.

Çoluk çocuk elinde kalmak: Genç, tecrübesiz, çocuk denecek kişilerin yönetimi altında yaşar durumda olmak.

Çoluk çocuğa karışmak: Evlenip, çocukları dünyaya gelip, onlarla uğraşır olmak.

Çorap söküğü gibi gitmek: Başlayan bir işin birbirine bağlı diğer bölümlerinin kolaylıkla halledilmesi.

Çorbada tuzu bulunmak: Yapılan bir iş ya da hizmette az da olsa çabası, emeği bulunmak.

Çömlek hesabı: Güvenilmez, yanlış hesap.

Çuval gibi: Kaba ve seyrek, bol ve ütüsüz.

Çürüğe çıkmak: 1. İşe yaramaz olduğu, sağlam olmadığı anlaşılarak bir yana atılmak. 2. Sağlığı el vermediği için askerlik görevine alınmamak.

Çürük tahtaya basmak: Tedbirsiz hareket edip, kötü sonuçlanacak bir işe girişmek.

“D” Harfiyle Başlayan Deyimler

Dağa çıkmak: Hükümete, kanunlara karşı gelerek dağlara çekilmek, buralarda eşkıyalık etmek.

Dağa kaldırmak: Herhangi bir sebepten ötürü birini zorla dağa veya ıssız bir yere götürüp orada alıkoymak.

Dağarcığına atmak: Yeni bilgilerini, eski bilgilerine katmak; yeni bilgileri zihnine yerleştirmek.

Dağdan gelip bağdakini kovmak: Daha sonradan geldiği bir yere ya da karıştığı bir işte eskiden beri bulunan bir kişinin yerini almaya çalışmak

Dağ doğura doğura fare doğurdu: Önemli gibi görünen şeylerden önemsiz bir sonuç çıkması durumunda söylenir.

Dağlara düşmek: Sıkıntı, üzüntü sebebiyle insanlardan kaçıp ıssız yerlerde yaşar olmak.

Dağları devirmek: Çok büyük güçlüklerin altından kalkmak, ağır işleri başarmak.

Dalavere çevirmek: Yalan, dolan ve hile ile kötü bir iş yapmak; düzen kurarak gizlice başkasını aldatmak.

Dal budak salmak: 1. Karmaşık biçimde yayılıp genişlemek. 2. Soy ya da dostluk yönünden genişleyip yayılmak.

Daldan dala konmak: Çok sık, düşünce ya da konu değiştirmek.

Dalına basmak: Hiç hoşlanmadığı şeyleri yaparak birisini öfkelendirmek.

Dallanıp budaklanmak: Genişleyip yayılmak, gittikçe büyüyerek karışık bir durum almak.

Damdan düşer gibi: Aniden, yersiz olarak (söz söylemek).

Damgasını vurmak: Biri hakkında kötü bir yargıya varmak.

Damokles`in kılıcı: Kişiyi korku ve baskı altında tutan büyük ceza tehdidi.

Dananın kuyruğu kopmak: Olay patlak vermek, beklenen ve korkulan sonucun gerçekleşmesi.

Danışıklı dövüş: Şike; önceden aralarında bir anlaşma olduğu hâlde, sanki böyle bir anlaşma yokmuş gibi davranarak başkalarını aldatmak.

Dara düşmek: 1. Paraca sıkıntıya uğramak. 2. Sıkıntılı, tehlikeli bir durumla karşılaşmak.

Dara getirmek: Aceleye getirmek, gerektiği gibi zaman ayıramamak.

Dar boğaz: Sıkıntılar ve güçlükler içinde geçirilen, geçici kabul edilip sonunda ferahlık umulan durum.

Dar hayat: Sıkıntılar, güçlükler, zorluklar içinde sürdürülen hayat.

Darda kalmak: 1. Zor duruma düşmek. 2. Paraca sıkıntı çekmek.

Dar gelirli: Geçim sıkıntısı çeken, kazancı normal olarak geçimini sağlamaya yetmeyen.

Darısı (dostlar) başına: “Kavuştuğum başarı ve mutluluğa tüm dostlarımın da kavuşmasını isterim” anlamında kullanılır.

Dar kafalı: Anlayışı, kavrayışı az; yeniliklere açık olmayan.

Davul çalmak: Bir şeyi herkesin duyabileceği biçimde ortalığa yaymak.

Defe (tefe) koymak: Dedikodusunu yapmak, kınayan bir dille başkalarına anlatmak, alaya almak.

Defterden silmek: İlişkisini kesmek, yok saymak, adını anmaz olmak, unutmak.

Defteri dürülmek: 1. İşine son verilerek bir yerden uzaklaştırılmak. 2. Ölmek ya da öldürülmek.

Defteri kapamak: İlgiyi kesmek, uğraşmaz olmak, söz konusu işi yapmaz olmak.

Deli divane olmak: Bir şeyi, bir kimseyi aşırı derecede sevmek, ona tutkun olmak.

Deli fişek: Atak, delişmen, delice işler yapan, şımarık.

Deliksiz uyku: Hiç uyanmadan, çok rahat, uzun süre uyunulan uyku.

Demir atmak: 1. Çapasını denize atmak. 2. Bir yerde uzun süre kalmak.

Dem tutmak: Bir çalgıya, bir başka çalgı veya sesle eşlik etmek.

Denizden çıkmış balığa dönmek: Yeni bir işe, ortama, duruma alışmakta zorluk çekmek.

Derdine düşmek: Yapılması gereken bir şeyi gerçekleştirmenin yollarını aramak.

Dert ortağı: 1. Aynı derdin, sıkıntının içinde bulunanlardan her biri. 2. Bir kimsenin derdini paylaştığı, anlattığı yakın dostu.

Destan olmak: Yaptığı (kötü) bir işten dolayı şöhreti yayılmak.

Devede kulak: Bütüne göre çok ufak bir parça.

Deve kini: Bitmeyen, geçmeyen, unutulmayan büyük kin.

Deveye hendek atlatmak: Birisine yapılması çok zor, hemen hemen yapamayacağı bir işi yaptırmaya çalışmak.

Devlet kuşu: Umulmadık, iyi talih; zenginlik, mutluluk getiren talih.

Dışı eli (seni) yakar, içi beni: “Dıştan görünüşü, herkesi imrendirecek kadar güzel ama içyüzü elverişsiz, kötü, sahibini üzücü” anlamında kullanılır.

Diken üstünde oturmak: Bir yerde tedirginlik duymak, her an kalkmak durumunu belirtir olmak, huzursuz olmak.

Dikine gitmek: İnatçılık etmek, bildiğini yapmaya çalışmak, kimsenin uyarısına kulak asmamak.

Dikiş tutturamamak: Bir yerde, bir işte bir sebepten ötürü başarı sağlayamayıp uzun süre kalmamak.

Dikiz etmek: Bir yeri, olayı, birinin hareketlerini gizlice ve gözünü ayırmadan dikkatlice izlemek.

Dilden dile dolaşmak: Her yerde, pek çok kimse tarafından bahis konusu olmak.

Dil dökmek: Kandırmak, inandırmak ya da yararlanmak için tatlı sözler söylemek.

Dil ebesi: Çok fazla ve esprili konuşan.

Dile (dillere) düşmek: Hakkında dedikodu yapılmak.

Dile gelmek: 1. Konuşma yeteneği yokken konuşmak, dillenmek. 2. Dile düşmek.

Dile getirmek: 1. Bir meseleyi belirtmek, ortaya atmak, anlatmak, açıklamak. 2. Birini konuşturmak.

Dile kolay: Söylenmesi kolay ama yapılması ortaya konması ya da katlanılması çok güç.

Dili açılmak: Herhangi bir sebepten dolayı konuşamayan kimse, birden konuşmaya başlamış olmak.

Dili dolaşmak: Heyecan, korku ya da bir hastalık sebebiyle söyleyeceğini şaşırmak, karıştırmak, açık olarak ifade edememek.

Dili dönmemek: 1. Bir sözü doğru ve düzgün söylemeyi becerememek, yanlışsız konuşamamak. 2. Amacını iyi anlatamamak.

Dilinden kurtulamamak: Yaptığı bir kabahatten ötürü sürekli olarak, bir kimsenin sitem, eleştiri ve sataşmalarına uğramak.

Dilinde tüy bitmek: Sık sık söylemekten bıkmak, usanmak.

Diline dolamak: 1. Bir kimsenin dedikodusunu yapmak, kötü tarafını her yerde söylemek. 2. Bir şeyi her fırsatta söyler olmak.

Dilinin altında bir şey olmak: Bir kimsenin sözlerinden açıkça söylemediği bir şeyler olduğu anlaşılmak.

Dilinin ucuna gelmek: 1. Tam söyleyecekken vazgeçip söylememek. 2. Hatırladığı şeyi söyleyecekken yine unutuvermek.

Dilini tutmak: Sonunu düşünerek gelişigüzel konuşmaktan sakınmak, ölçülü konuşmak, rast gele konuşmamak.

Dilini yutmak: Büyük bir korku, şaşkınlık ya da sevinç karşısında konuşamaz hâle gelmek.

Dilin kemiği yok ya!: 1. Önceden söylediği sözü başka biçimlere sokarak inkâr etmek. 2. İnsan konuşurken bazı hatalar yapabilir, doğru ve yanlış herşeyi söyleyebilir.

Dili olsa da söylese: “Cansız nesneler, hayvanlar konuşabilseler, bazı olaylara tanıklık edebilseler ne iyi olurdu” anlamında kullanılır.

Dili tutulmak: Herhangi bir sebepten ötürü söz söyleyemez duruma gelmek.

Dili uzun: İncitici, kırıcı sözler söyleyen, saygısız kimse.

Dili varmamak: Bir sözü söylemeye gönlü razı olmamak.

Dillerde dolaşmak: Her yerde kendisinden, ondan söz edilmek.

Dillere destan olmak: Bir olay veya nitelik halk arasında yayılmak.

Diline pelesenk etmek: Bir sözü her zaman, yerli yersiz tekrarlamak.

Dil uzatmak: Bir kimse veya bir şey için kötü söz söylemek.

Dil yarası: Acı, ağır ve kötü sözün gönülde bıraktığı kırgınlık.

Dimyat`a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak: Daha iyisini elde etmek uğruna çalışırken elindekilerini de yitirmek.

Dinden imandan çıkmak: Çok sinirlenmek, öfkelenmek, kızgınlık duymak.

Dinden imandan olmak: Dinî inancını yitirmek, mürtet olmak.

Dini bir uğruna: Müslümanlık davası yoluna (iş yapmak).

Dini bütün: Dinin emirlerini eksiksiz yerine getirmeye çalışan, inancı sağlam olan, dinine çok bağlı.

Dipsiz kile boş ambar: Para, mal tutamayanın durumunu ya da verimsiz, sonuçsuz bir işi anlatmak için kullanılır.

Dirlik düzenlik: Bir arada yaşayan, çalışan kimseler arasında iyi geçim, güven, sevgi ve anlaşma hâli.

Dirsek çevirmek: Daha önce birlikte iş yaptığı, anlaştığı kimseden, artık ihtiyaç duymadığı için yüz çevirmek; bir kimseyi kendinden uzaklaştıracak davranışlarda bulunmak.

Dirsek çürütmek: Okumak, öğrenim görmek için uzun yıllar çalışmak.

Diş bilemek: Öç almak, kötülük yapmak için fırsat kollamak; öfkesini gösterir durum almak.

Dişe dokunur: Hatırı sayılır, işe yarar, belirtilmeye değer, önemli.

Diş geçirememek: Etkisiz kalmak, güç yetirememek, hükmünü yürütüp sözünü dinletememek.

Diş gıcırdatmak: Kızgınlığını, öfkesini kimi davranışlarıyla belli etmek.

Diş göstermek: Güçlü olduğunu, kendine güvendiğini, saldırabileceğini davranışlarıyla belli etmek; tehdit etmek.

Dişinden tırnağından artırmak: Yiyeceğinden, içeceğinden vb. ihtiyaçlarından keserek zorla biriktirmek.

Dişine göre: Yapabileceği, gücünün yeteceği, becerebileceği, uygun bir durumda.

Dişini sıkmak: Darlığa, sıkıntıya dayanmak; her türlü zorluğa katlanmak.

Dişini tırnağına takmak: Çok büyük zorluklara, sıkıntılara, darlıklara katlanarak bütün gücünü kullanıp çalışmak.

Diş kirası: 1. Eskiden sarayda ya da konaklarda zenginlerin iftara çağırdıkları yoksullara verdikleri armağan veya para. 2. Harcadığı emek dışında bir kimsenin fazladan sağladığı çıkar.

Dişinin kovuğuna bile gitmemek: Çok az gelmek (yiyecekler için).

Diz boyu: Dize kadar (yükseklik veya alçaklık için).

Diz çökmek: 1. Dizini yere koyarak oturmak. 2. Teslim olmak.

Dize gelmek: Teslim olmak, boyun eğmek, yenilmek, güçlünün buyruğunu kabullenmek.

Dize getirmek: Kendisine karşı geleni alt ederek buyruğunu dinler duruma getirmek, boyun eğdirmek.

Dizgini (dizginleri) ele almak: Yönetimi ele geçirmek, işi kendisi yönetmeye başlamak.

Dizginleri salıvermek: Başıboş bırakmak, sıkı tuttuğu yönetimi gevşetmek.

Dizini dövmek: Çok pişman olmak.

Dizinin (dizlerinin) bağı çözülmek: Korkudan, heyecandan, yorgunluktan ayakta duramayacak hâle gelmek.

Dizlerine kapanmak: Yalvarmak, kendini küçük düşürecek kadar çok yalvarmak, başını dizlerinin üzerine koymak.

Dobra dobra söylemek: Hiçbir şeyden çekinmeden, sözü eğip bükmeden, dosdoğru, açık açık konuşmak.

Doğmamış çocuğa don biçmek: Henüz ele geçmemiş bir şey, gerçekleşmesi kesin olarak bilinmeyen bir durum için hazırlık yapmak.

Dokuz doğurmak: 1. Bir işi güçlükle ve sıkıntı içinde sonuca ulaştırmak. 2. Merakla, heyecanla, sabırsızlıkla, sıkıntı çekerek beklemek.

Dokuz köyden kovulmuş: Geçimsizliği, hatalı davranışları yüzünden birçok yerden atılmış kimse.

Dolap çevirmek: Hile, düzen ve dalavere ile iş yapmak.

Dolma yutmak: Kanıp aldanmak.

Dolu dizgin: 1. Son hızla (süvari ve at arabası için). 2. Önüne geçilemeyecek biçimde, çok fazla olarak.

Doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı: İçinden çıkılamayan güç bir durum karşısında söylenir.

Domuzdan kıl çekmek: Sevilmeyen, eli sıkı olan, cimri bir kimseden bir şey alabilmek.

Don gömlek: Çıplak, üzerinde sadece don ve gömlek var denilecek kadar soyunmuş hâlde.

Dostlar alışverişte görsün: Gösteriş olsun; amaç iş yapıyor görünmek, iş yapmak değil.

Dökülüp saçılmak: 1. Bir şey uğruna fazla para harcamak, masraf etmek. 2. Soyunmak, çok açık giyinmek.

Dört ayak üstüne düşmek: Tehlikeli bir durumdan hiç zarar görmeden kurtulmak.

Dört başı mamur: Her yanı bakımlı, elverişli, güzel, tam istenildiği gibi.

Dört dönmek: Bir işi yapmak için korku, heyecan, telâş, şaşkınlık içinde sağa sola koşmak, çare aramak.

Dört elle sarılmak: Yapacağı işe büyük bir önem verip özen göstererek girişmek.

Dört gözle beklemek: Özleyerek, çok isteyerek, büyük bir sabırsızlıkla beklemek.

Dudak bükmek: Umursamamak, beğenmemek, küçümsemek.

Dudak ısırmak: Hayret etmek, şaşırmak.

Dudak ısırtmak: 1. Hayran bırakmak. 2. Şaşkınlığa, hayrete düşürmek.

Duman attırmak: Geride bırakmak, zor duruma düşürmek, birini yıldırmak.

Duman etmek: Bozmak, ortalığı dağıtmak, yok etmek; yenmek, birine karşı başarı sağlamak.

Dumanı üstünde: 1. Çok taze (sebze ve meyve için). 2. Çok yeni, üzerinden zaman geçmemiş.

Duman olmak: 1. Ortadan kaybolmak. 2. Durumu, düzeni, işi bozulmak. Kötü olmak.

Durduğu yerde: 1. Hiç gereği yokken. 2. Kolaylıkla, hiç emek ve çaba harcamadan.

Durup dinlenmeden: Sürekli olarak, ara vermeden, arka arkaya.

Durup dururken: 1. Birden bire, ansızın. 2. Hiç gereği veya sebebi yokken.

Dut yemiş bülbüle dönmek: Susmak; konuşkanlığını, sevincini, neşesini yitirmek; sesi çıkmaz olmak.

Düğüm noktası: Bir meselenin sonuçlandırılması için çözülmesi, açıklığa kavuşturulması gereken en güç yanı.

Düğün bayram etmek: Çok sevinç duymak, topluca neşeli bir duruma kavuşmak.

Düğün evi gibi: Çok kalabalık ve telâşlı görülen yer.

Dümen çevirmek: Düzen kurup, hileli iş yapmak.

Dümen kırmak: Yön değiştirmek.

Dümen suyunda gitmek: Birine bağımlı olmak, birinin tuttuğu yolu izlemek, hemen her şeyde ona uyarak onun istediğini yapmak.

Dünkü çocuk: Deneyimi az, toy acemi.

Dünya başına yıkılmak: Dara düşmek, felâkete uğramak, umutlarını yitirmek, çok üzülüp acı çekmek.

Dünya bir araya gelse: “Bütün insanlar engel olmaya kalksa bile, asla, hiçbir zaman, kim ne derse desin” anlamında, yine bildiğini yapma durumu için kullanılır.

Dünyadan elini eteğini çekmek: Bir kenara çekilip toplum ile ilişkisini kesmek, toplumun yaşayışına karışmaz olmak, daha çok ibadetle meşgul olmak ve dünya işleriyle ilgilenmez olmak.

Dünyadan haberi olmamak: Çevresinden, çağından ve çağının getirdiklerinden, zamanında yaşanan hayattan haberli olmamak.

Dünya gözü ile: Ölmeden önce, yaşarken.

Dünyalar onun olmak: Oldukça çok sevinmek.

Dünyanın kaç bucak olduğunu anlamak: Dünyada insanın başına neler gelebileceğini öğrenmek, zorluklarla karşılaşmak, tecrübe kazanmak.

Dünyanın öbür ucu: Çok uzak yer.

Dünya yıkılsa umurunda değil: Hiçbir şeyle ilgilenmemek, umursuz olmak, sorumluluk duymamak.

Dünyayı toz pembe görmek: İyimser olmak, üzücü durumlara bile iyi gözle bakmak.

Düşe kalka: 1. İşi kimi zaman iyi, kimi zaman kötü olarak güçlükle, uğraşa uğraşa (yapmak). 2. Biriyle yakın ilişki kurarak.
Düşeş atmak: Umulmadık bir başarı kazanmak.

Düşman çatlatmak: Nisbet yapmak, iyi durum ve başarılarıyla düşmanı kızdırmak ve kıskandırmak.

Düşman kesilmek: Düşman olmak, düşman gibi görünüp tavır almak.

Düşünüp taşınmak: Bir meseleyi enine boyuna tartmak, konuyu bütün yönleriyle incelemek, iyice düşünüp ona göre davranmak.

Düşüp kalkmak: 1. Yakın arkadaşlık etmek. 2. Yasa ve gelenek dışı kadın ve erkekle birlikte yaşamak veya sık sık bir araya gelmek.

Düttürü Leylâ: Gülünç, tuhaf, daracık ve kısacık giyinmiş kadın.

“E ” Harfiyle Başlayan Deyimler

Ecel aman verirse: Ölmezsem, ömür yeterse.

Ecel teri dökmek: Çok korkmak, heyecan içinde bulunup terlemek, korku ve bunalım içinde olmak.

Eceli gelmek: Ölmek, sonu gelmek, yok oluş vakti gelmek.

Eceline susamak: Ölümüne yol açacak kadar tehlikeli işlere girişmek.

Eciş bücüş: Çarpuk çurpuk, eğri büğrü, düzgün yanı olmayan, çirkin bir biçim almış bulunan.

Edebiyat yapmak: Bir işe yaramayan, konuyu açıklamaya yetmeyen, gerçeği yansıtmayan süslü, parlak ve gereksiz sözler söylemek.

Efkâr dağıtmak: Sıkıntıyı gidermek, üzüntüyü yok etmeye çalışmak.

Eğri (gözle) bakmak: Kötü düşünce besleyerek bakmak.

Ekmeğinden etmek: İşinden çıkarmak veya atmak.

Ekmeğine yağ sürmek: Birinin yararına göre eylemde bulunmak, istemese de birinin işine yarayacak biçimde hareket etmek.

Ekmeğini kazanmak: Geçimini temin edecek, ihtiyaçlarını karşılayacak parayı kazanmak.

Ekmeğini taştan çıkarmak: En zor işleri bile yapıp geçimini sağlayacak beceriklikte olmak, her türlü işi yapmak.

Ekmek elden su gölden: Kendisi kazanmayıp başkalarının kazancı ile geçinen kimselerin durumunu anlatmak için kullanılır.

Ekmek kapısı: Çalışıp para kazanılan, geçim sağlayan iş yeri.

Ekmek parası: Kazanç, geçinmek için kazanılan para.

Eksik gedik: Ufak tefek ihtiyaçlar.

Ekşi yüz: Somurtkan, asık yüz.

El açmak: 1. Dilenmek. 2. Başkasının yardımını almak için yalvarmak.

El altından: Kimsenin haberi olmadan, gizlice.

El atmak: 1. Bir işe girişmek. 2. Birisinin işine karışmak.

El ayak çekilmek: Ortalıkta kimse kalmamak, ıssızlaşıp sessizleşmek.

El basmak: Yemin etmek, kutsal bir şey üzerine el koyarak ant içmek.

El çabukluğu: 1. Bir işi çok çabuk yapabilme ustalığı. 2. Hilesini kimseye sezdirmeyecek biçimde yapabilme.

Elde avuçta bir şey kalmamak: Parasını, malını, tüm varlığını harcayıp bitirmiş olmak.

Elde etmek: 1. Bir şeye sahip olmak. 2. Bir kimseyi kendi yanına çekmek.

Elde kalmak: 1. Bir malın satılmayıp geride kalan kısmı. 2. Harcanandan arta kalmış olmak.

Elden ayaktan düşmek (veya kesilmek): Yaşlılık, hastalık sebebiyle iş yapamaz, yürüyemez, kendi işini göremez duruma gelmek.

Elden çıkmak: Malı olmaktan çıkmak.

Elden düşme: Az kullanılmış.

Elden ele dolaşmak: Pek çok kişi tarafından kullanılmak, bir çok sahip eline geçmek.

Elden geçirmek: Eksiklikleri düzeltmek, onarmak; denetlemek için pek çok şeyi ele alıp yoklamak, gözden geçirmek.

Elden gitmek: Bir şeyi yitirmek, ondan yoksun kalmak.

Ele almak: 1. Bir şey üzerinde çalışmaya başlamış olmak. 2. İncelemek, araştırmak veya tenkit etmek.

Ele avuca sığmamak: 1. Şımarık davranmak. 2. Söz dinlememek, kural tanımamak, zapt edilememek.

Ele geçirmek: Sahip olmak, kaçan bir kimseyi yakalamak.

El elde baş başta: 1. Masrafla para birbirine denk geldi. 2. Yapılan işin sonunda ne kâr ne de zarar edildi.

Elekten geçirmek: Titizlikle seçmek; iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı birbirinden ayırmak.

El ele vermek: Güçleri birleştirip işbirliği yapmak, yardımlaşmak.

El emeği: 1. Elle yapılan işe harcanan emek. 2. Elle yapılan çalışmanın karşılığı.

Ele vermek: Bulunduğu yeri haber vererek suçluyu yakalatmak.

Eli açık: Cömert, çok para harcayan, sakınmadan para verebilen.

Eli ağır: 1. Oldukça yavaş iş yapan. 2. Vurunca çok acıtan.

Eli altında olmak: 1. İstediği anda ele alıp kullanabileceği bir yerde bulunmak. 2. Buyruğunda olmak.

Eli ayağı buz kesilmek: 1. Korku, heyecan ve üzüntüden ne yapacağını bilemez duruma gelmek, donup kalmak. 2. Çok üşümek.

Eli ayağı tutmak: İş yapabilecek güçte olmak, bedenî gücü var olmak.

Eli bayraklı: Kavgacı, şirret, edepsiz.

Eli bol: Cömert, esirgemeyen, çok para ve eşyası olan.

Eli boş dönmek: Umduğunu alamadan geri dönmek.

Eli böğründe kalmak: Çaresiz kalmak, bir şey yapamaz duruma gelmek, başarısızlığa uğramak.

Eli cebine gitmemek (veya varmamak): Cimri olmak, para harcamaya kıyamamak.

Eli çabuk: Süratli iş gören.

Eli darda: Geçimi için para sıkıntısı çeken.

Eli değmemek: Bir işi yapmaya zaman bulamamak.

Elifi görse mertek sanır: Cahil, okuması yazması yoktur.

Eli hafif: İncitmeden, can yakmadan iş gören.

Eli kalem tutmak: 1. Yazı yazmayı bilmek. 2. Düşüncelerini derli toplu güzel bir ifade ile yazabilmek.

Elinden iş çıkmamak: Çabuk iş yapamamak.

Elinden tutmak: 1. Destek olmak, ilerlemesi için yardımda bulunmak. 2. Yürümesine, kalkmasına, inmesine, çıkmasına yardım etmek.

Eline düşmek: 1. Birine muhtaç olmak. 2. Yakalanmak. 3. Düşmanın ya da kendisine hıncı bulunan birinin hâkimiyetinde kalmak.

Eline su dökemez: Sözü edilen kişi, değerce ondan çok geride.

Elini çabuk tutmak: Hızlı davranmak, acele etmek.

Elini kana bulamak: Birini öldürmek veya yaralamak.

Elini kolunu sallaya sallaya gelmek: Bir işten sonuç almaksızın dönmek, gelirken hiçbir armağan getirmemek.

Elini kolunu sallaya sallaya gezmek: Pervasızca, çekinmeden, kimseden korkmadan dolaşmak.

Elinin hamuruyla erkek işine karışmak: Anlamadığı, bilmediği, beceremediği işleri yapmaya kalkışmak (kadınlar için).

Elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak: Çok nazlı olmak, evde hiçbir iş yapmamak, zor işlerden kaçınmak.

Eli sıkı: Kolay para harcamayan, cimri, çok tutumlu.

Eli uzun: Hırsız, fırsat buldukça bir şeyler aşırmaktan geri kalmayan.

Eli varmamak: Bir işi yapmaya gönlü razı olmamak.

Eli yatmak: Bir işe eli alışkın olmak, bir işi yapabilecek el becerisi bulunmak.

Eliyle koymuş gibi bulmak: Aradığı şeyi söylenen yerde çok kolay bulmak.

El kadar: Küçük, küçücük.

El kaldırmak: 1. Kendisinden büyüğe vurmak için elini kaldırmak. 2. Bir şey söylemek istediğini, oy verdiğini elini kaldırarak belirtmek.

El kapısı: 1. Bir kızın gelin gittiği ev. 2. Yabancıların memleketi, evi, yurdu.

El koymak: 1. Bir meselenin yetkili organlarca incelenmeye başlaması. 2. Buyruğu altına almak, hükümetçe uygun görülen mal, arazi ve kuruluşa hâkim olmak.

Elle tutulur gözle görülür: Çok açık, gizli bir tarafı yok.

El oğlu: 1. Yabancı. 2. Damat.

El sürmemek: 1. Dokunmamak, hiç değmemek. 2. Yapımına başlamamak.

El uzatmak: 1. Birine yardım etmek. 2. Dokunmaya, almaya çalışmak.

El üstünde tutulmak: Çok değer verilip sevilmek, kendisine büyük ölçüde saygı gösterilmek.

El yordamıyla: Tahminlerine, sezgilerine dayanıp elle yoklayarak.

Emeği geçmek: Bir şeyin yapılmasında kendisinin de katkısı bulunmak.

Emek vermek: Bir şeyin meydana gelmesi için özenle ve çok çalışmak.

Emir kulu: Kendisine emredilen işi yapmak zorunda olan kimse.

Eninde sonunda: Nihayet, en sonunda.

Enine boyuna: 1. Her yönü ile, eksiksiz, bütün ihtimalleri göz önünde tutarak. 2. İri yarı, gösterişli (adam).

Ensesi kalın: Parası çok, varlıklı, sözü geçer, ödeme gücü yüksek (kimse).

Ensesinde boza pişirmek: Sıkıştırıp tedirgin etmek, eziyet etmek.

Ensesine yapışmak: Yakalamak.

Ense yapmak: Yemek, içmek ve keyfine bakmak, hiç iş yapmamak.

Er geç: Ne zaman olsa, mutlaka.

Esamisi okunmamak: Adı anılmamak, değer verilmemek.

Es geçmek: Dikkate almamak, sözleri arasında o konuya dokunmamak.

Esip savurmak: Bağırıp çağırmak, öfke ile atıp tutmak.

Eski çamlar bardak oldu: Devir değişti, eski durumların, tutumların bir önemi kalmadı.

Eski defterleri karıştırmak: Eski olayları, işleri bir çıkar umuduyla tekrar ele almak, yeniden gündeme getirmek.

Eski hamam eski tas: Hiçbir şey değişmemiş, eski durumda kalmış.

Eski kafalı: Yeniliğe açık olmayan, yaşayış ve düşünce itibariyle eskiye bağlı.

Eski kurt: Tecrübeli, görmüş ve geçirmiş, mesleğini iyi bilen, hileyi ve düzeni deneyimi sayesinde hemen anlayan.

Eski toprak: Yaşlılığına rağmen dinçliğini, dayanıklılığını hâlâ sürdüren, gücünü kaybetmemiş kimse.

Eşeğini sağlam kazığa bağlamak: İşini güvenli kılacak önlemler almak.

Eşek kadar: Büyük, iri; aşırı derecede gelişmiş.

Eşek sudan gelinceye kadar dövmek: Adamakıllı, çok ve iyi dövmek.

Eşek şakası: Ağır, hoşa gitmeyen, incitici, kaba şaka.

Eşiğine yüz sürmek: Bir isteğinin yerine getirilmesi için bir kimseye yalvarmak, önünde eğilmek.

Eşiğini aşındırmak: Bir işi yaptırmak, gördürmek için bir yere çok gidip gelmek.

Eşref saat: 1. İş görecek kimsenin uysal davranacağı, aksilik çıkarmayacağı zaman. 2. Bir işin olumlu yola girmesi için en uygun zaman.

Eteği ayağına dolaşmak: Telâş, korku ve heyecandan yürüyüşünü ve yapacağı işi şaşırmak.

Eteğine yapışmak: 1. Bir kimsenin manevî desteğini istemek. 2. Varlıklı, sözü geçer bir kimseden yardım ve himaye istemek.

Etekleri tutuşmak: Çok telâşlanmak, heyecanlanmak.

Etekleri zil çalmak: Çok sevinmek, işler yolunda olmak.

Etek öpmek: Yaltaklanmak, dalkavukluk etmek; birine yaranmak için katına çıkıp o kimsenin eteğini öpme davranışı içinde olmak.

Eti ne butu ne?: 1. İmkânları, parası az. 2. Çelimsiz, zayıf, küçük.

Eti senin kemiği benim: Çocuk velilerinin öğretmene ya da ustaya çocuğun eğitiminde kendine tam yetki verdiğini anlatmak için söylenir.

Et kafalı: Akılsız, anlayışı az, kavrayışı kıt olan.

Etliye sütlüye karışmamak: Kendini alâkadar etmeyen meselelerden, toplumu derinden etkileyen olaylardan uzak durmak, kaçınmak ve hiçbiriyle ilgilenmemek.

Etrafında dört dönmek: İstediğini elde etmek amacıyla bir kimsenin, bir şeyin yanından ayrılmamak, ona aşırı ilgi göstermek.

Et tırnak olmak: Sıkı bir ilişkiye girmek, birbirinden kopmamak.

Ettiğini bulmak: Yaptığı bir kötülüğün cezasını görmek.

Ev açmak: Ayrı bir eve çıkmak, yerleşmek.

Evde kalmak: Yaşı ilerleyen kızın evlenememesi.

Evdeki hesap çarşıya uymamak: Önceden tasarlanan, düşünülen bir iş umulduğu gibi gitmemek, başka bir yönde gelişmek.

Evlât acısı gibi içine çökmek: Kaybettiği bir şey için çok üzülmek.

Eyere de gelir semere de: Her işe uyar, her işe yarar, ince işler için de kaba işler için de kullanılabilir.

Eyüp sabrı: Peygamberlerden Hz. Eyyub` un başına gelen hastalığa sabredip, bundan dolayı şikâyet etmemesi; güçlük ve üzüntülere, hastalığa karşı sabretmesinden hareketle, en ağır ve sürekli üzüntülerden bile yakınmayanın büyük ve uzun sabrını anlatmak için kullanılır.

Eyvallah demek: 1. Razı olmak, kabul etmek. 2. Ayrılırken “Allah`a ısmarladık” anlamında kullanılır.

Eyvallah etmemek: Minnet altına girip boyun eğmemek.

Ezbere iş görmek: İncelemeden, özenmeden, gerekli olan bilgiyi almadan, gelişi güzel iş yapmak.

Ezilip büzülmek: Güç bir duruma düştüğünü, utandığını, sıkıldığını davranışlarıyla belli etmek.

“F” Harfiyle Başlayan Deyimler

Faka basmak: Tuzağa düşmek, aldatılmak.

Fareler cirit oynamak: Bir yer ıssız olmak, kimseler bulunmamak.

Farkına varmak: Gözüne çarpmak, orada bulunduğunu anlamak, fark etmek.

Felce uğramak: 1. Bir işin tamamen bozulması, durup ilerleyemez olması. 2. Hastalık sebebiyle organlarının bir kısmı çalışamaz duruma gelmek, kötürüm olmak.

Feleğin çemberinden geçmek: Hayatta çok günler görmüş, acı tatlı olaylar yaşayıp tecrübe kazanmış, olgunlaşmış.

Fellik fellik aramak: Telâşla, hemen her köşeye bakarak heyecanla aramak.

Felsefe yapmak: Olayların sebep ve sonuçları üzerine kendince birtakım soyut düşünceler ileri sürmek.

Fena etmek: Kötü duruma düşürmek, işini bozmak, zor durumda bırakmak, dövmek.

Fener alayı: Bayram gecelerinde kalabalık halk topluluklarının, ellerinde fener veya meşalelerle şehri dolaşarak yaptıkları gösteri.

Feragat sahibi: Gönlü tok, özveri gösterebilen, fedakârlık yapabilen.

Fermanlı deli: Deli olduğu herkesçe bilinen, zır deli.

Ferman dinlememek: Kural, yasa, söz dinlememek; hiçbir yerden buyruk almamak.

Fesat kumkuması: Tamamiyle kötülük düşünen, insanları birbirine düşürecek işler yapan, ortalığı karıştıran.

Fırıldak çevirmek: Düzen kurmak, hileli iş görmek.

Fırsat düşkünü: Çıkar sağlamak, kötülük yapmak için fırsat kollayan kimse.

Fikir almak: Birinin düşüncesinden yararlanmak.

Fikir vermek: 1. Bir konuda düşüncesini bildirmek. 2. Bir konuda yol gösterici bilgi edinmek.

Fikir yürütmek: Bir konu üzerinde kendi düşüncesini söylemek, tahminlerde bulunmak.

Fincancı katırlarını ürkütmek: Zararı dokunacak bir kimsenin hoşuna gitmeyen bir davranışta bulunmak.

Fink atmak: Hiçbir şeye aldırmadan gönlünce gezip eğlenmek, şurada burada oynayıp zıplamak.

Fiskos etmek: Birilerinin bulunduğu bir yerde birkaç kişi gizlice ve alçak sesle konuşmak.

Fitil olmak: 1. Çok içip sarhoş olmak. 2. Aşırı ölçüde kızmak.

Fitne sokmak: İnsanları birbirine düşürecek, aralarını bozacak davranışta bulunmak, sözler sarf etmek.

Fiyat biçmek: Bir şeyin değerini belirlemek, para karşılığını tespit etmek.

Fiyatı dondurmak: Fiyatın yükselmesini önlemek, fiyatların olduğu gibi kalmasını sağlamak.

Fiyat kırmak: Fiyatı birilerinin verdiğinden az vermek, fiyatı düşürmek.

Fol yok yumurta yok: Ortada (bir konu ile ilgili) hiçbir belirti olmadığı hâlde varmış gibi bir kuşkuya düşmek.

Fora etmek: Açmak, çözmek.

Formül bulmak: Bir çözüm, işi çözümleyecek çıkar yol bulmak.

Forsu kalmamak: Sözü geçmez olmak; bir konuda saygınlığı, gücü kalmamak.

Foyası meydana çıkmak: Yalanı, dolanı, hilesi, kötü niteliği, kusuru ortaya çıkmak.

Fukara babası: Yoksulları koruyup gözeten, onlara yardım elini uzatan, elden geldiğince yardım etmeyi seven kimse.

Funda demir etmek: Demir atma komutu vermek.

Fütur getirmemek: Bezginlik getirmemek, umutsuzluğa düşmemek.

“G” Harfiyle Başlayan Deyimler

Gafil avlanmak: Hiç beklenmedik bir sırada yakalanmak, habersiz ve hazırlıksız olduğu sırada zor duruma düşürülmek.

Gaflet basmak: Uykusu gelmek.

Gam yememek: Kaygılanmamak, tasa etmemek, üzülmemek

Gani gönüllü: Cömert, eli bol, vermekten kaçınmayan.

Gâvur etmek: Boşuna harcamak, işe yaramaz duruma getirmek, yerinde harcamamak.

Gâvur inadı: Yok edilemeyen, önüne geçilemeyen, yumuşatılamayan inat.

Gazel okumak: 1. Gazel söylemek. 2. Kandırmak ve oyalamak için boş sözler söylemek.

Gece kuşu: Geceleri gezip dolaşan, bunu huy edinen kimse.

Geceyi gündüze katmak: Ara vermeden, devamlı çalışmak; büyük çaba göstermek.

Geçer akçe: Herkesçe aranılan, beğenilen, değerli (şey).

Geçimini sağlamak: Yaşamak için gerekli olanı elde etmek.

Geçmişini karıştırmak: Birinin ölmüşlerini yermek veya onlara sövmek.

Geçti Bor`un pazarı (sür eşeğini Niğde`ye): “İş işten geçti artık, fırsatı kaçırdın” anlamında kullanılır.

Gel gelelim: “Fakat, ama, ancak” ve “Ne çare ki..” anlamlarında kullanılır.

Gelip çatmak: Vakti gelmek, kaçınılmaz olmak, çok yakında olmak.

Gel keyfim gel: Bir durumdan duyulan memnunluk, işlerin yolunda gitmesi anlatılır.

Gel zaman git zaman: Aradan epeyce bir zaman geçtikten sonra.

Gemi azıya almak: 1. Söz dinlemez olmak. 2. At, gemi azıları arasına alıp etkisiz bırakarak süvarisinin yönetiminden çıkmak ve kendi istediğince koşmak.

Geniş gönüllü: Heyecan ve telâş göstermeyen, merak etmeyen, olayları hoş karşılayan.

Geri basmak: Geri geri gitmek.

Geri çekilmek: 1. Kaçmak, bulunduğu yerden arka arkaya doğru gitmek. 2. Karıştığı bir işi sürdürmekten ya da sürdürenler arasında bulunmaktan vazgeçmek.

Geri çevirmek: 1. İade etmek, geldiği yere göndermek, kabul etmemek.

Geri durmamak: Bir işe girmekten kaçınmamak, o işe girişmek.

Geri hizmet: 1. Ordunun çeşitli gereksinimleri ile ilgili işlerin tümü. 2. Etkinliği ikinci dereceden sayılan, kolay görev.

Geri kafalı: Yenilikleri kabul etmeyen, bağnaz, kafası hurafelerle dolu.

Gıcık tutmak: Bir süre boğaz gıcıklanmasına yakalanmak, konuşamamak.

Gıcık vermek: 1. Birini kızdırıp sinirlendirmek. 2. Boğazı yakıp kaşındırarak öksürmeye yol açmak.

Gık dememek: Hiç sesini çıkarmamak, yakınmamak, karşı çıkmamak.

Gına gelmek: Usanmak, bıkmak.

Gırla gitmek: 1. Bol bol ortaya dökülüp harcanmak. 2. Uzun sürmek.

Gırtlağına kadar borca girmek: Pek çok, ödenmesi zor olacak şekilde borçlanmak.

Gırtlak gırtlağa gelmek: Kıyasıya dövüşmek ya da dövecek hâle gelmek.

Gidiş o gidiş: “Gitti ve kendisinden bir daha haber alınamadı” anlamında kullanılır.

Göbeği çatlamak: Birçok güçlükleri yenmek için çok uğraşmak, pek çok çaba sarf etmek.

Göbek adı: Yeni doğan çocuğun göbeği kesilirken konulan ad.

Göğsü kabarmak: İftihar etmek, övünç duymak.

Göğüs geçirmek: Üzüntülü bir şekilde soluk almak, içini çekmek.

Göğüs germek: Bir zorluğa dayanmak, karşı koymak.

Göklere çıkarmak: Aşırı ölçüde övmek.

Gökten zembille mi indi?: “Ona niçin ayrıcalık gösteriliyor?”, “Onun ne özelliği var ki ona özel imkânlar tanınıyor?” anlamında kullanılır.

Gölge düşürmek: Bir şeyin önemini ve değerini azaltacak, ününü düşürecek işler yapmak.

Gölge etmek: 1. Işığa engel olmak. 2. Bir işin yapılmasına engel olmaya çalışmak.

Gölgesinden korkmak: Çok korkak olmak, en basit işlere bile girmekten korkar olmak.

Gönlü bol: Yeterli imkânlardan mahrum olmasına rağmen eli açık davranan, cömert.

Gönlü kalmak: 1. Gücenmek. 2. İstediği hâlde elde edemediği şey üzerinde isteği devam etmek.

Gönlü kara: Başkaları hakkında kötü düşünen, onların iyiliğini istemeyen.

Gönülden geçirmek: Bir şeyi yapmayı düşünmek, olmasını istemek, o şeyi düşünür olmak.

Gönlünden kopmak: Birine iyilik yapma ya da bir şeyi verme isteği, içinde aniden doğuvermek.

Gönlüne göre: İsteğine uygun olarak, dilediğine göre.

Gönlü tok: Fazla para ve mal istemeyen, zorunlu ihtiyacı kadarı ile yetinen, imkânları az da olsa bunu hissettirmeyen, bu durumda dahi cömert olan.

Gönül almak: 1. Sevindirmek, hoşnut ettirmek. 2. Kırılan, gücenen bir kimseyi güzel söz ve davranışlarla yeniden hoşnut etmek.

Gönülden çıkarmak: Anmaz ve sevmez olmak.

Gönül eri: Açık yürekli, güvenilir, hoşgörüsü geniş, ehli dil (kimse).

Gönül kırmak (yıkmak): Birini çok üzecek, gücendirecek davranışta bulunmak.

Gönüllü gönülsüz: Pek de istekli olmayarak.

Gönül okşamak: Birini hoş bir davranış ve sözle sevindirmek.

Gönül yapmak: Hoşa giden davranışlarla veya sözle birinin kırgınlığını gidermek.

Görüş açısı: Bir soruna yaklaşma, onu ele alma biçimi.

Gövde gösterisi: Belli bir amaç için güçlerini birleştiren kalabalıkların yaptıkları gösteri.

Göz açamamak: İşlerinin yoğun oluşu sebebiyle başka bir şeyle ilgilenme imkânı bulamamak.

Göz açıp kapayıncaya kadar: Çok çabuk, kısa bir zamanda.

Göz açtırmamak: Baskı altında bulundurarak başka bir şeyle uğraşmasına fırsat vermemek.

Göz alıcı: Alımlı; şekli, rengi ve güzelliği ile dikkat çekici.

Göz atmak: Kısaca, dikkatli değil de şöyle bir bakıvermek; üzerinde fazla durmadan elden geçirmek.

Göz boyamak: Gösterişle aldatmak, bir şeyi iyi gibi göstermek, kandırmak, yanıltmak.

Göz bebeği: Pek değerli, sevgili, çok önem verilen (kimse

Gözdağı vermek: Korkutmak, tehdit etmek, istediğini yaptırmak için yıldırmak.

Gözden çıkarmak: Bir malın elinden çıkmasına katlanmak, bir şeyden vazgeçmek ve yokluğuna razı olmak.

Gözden düşmek: Kendisine daha önce duyulan sevgi ve ilgiyi kaybetmek.

Gözden geçirmek: 1. Okumak. 2. Durumu incelemek. 3. Niteliğini anlamak için bir şeyin her yanına bakmak.

Gözden kaybolmak: Ortadan çekilmek, görünmez olmak.

Gözden ırak olan gönülden de ırak olur: “Ayrı düşenlerin arasındaki sevgi de zamanla azalır” anlamında kullanılır.

Gözden kaçmak: Farkına varılmamak, ortadan çekilmek, görülmemek.

Gözde tütmek: Çok özlemek, hasret çekmek.

Göz dikmek: Bir şeyi ele geçirmek isteğinde olmak.

Göz doldurmak: Hâli, tavrı ve görünüşü ile beklenenden çok etkilemek.

Göze almak: Bir iş nedeniyle karşılaşabileceği her türlü zararı ve tehlikeyi önceden kabullenmek.

Göze batmak: 1. Başkalarını aşırı söz ve davranışlarıyla tedirgin etmek. 2. Kıskançlığa, çekememezliğe yol açmak.

Göze çarpmak: Görünüşü ile dikkati üzerine çekmek.

Göze girmek: Yetenekleri ve davranışları ile çevresinde, bulunduğu yerde sevgi ve güven kazanmak.

Göze göz, dişe diş: Misilleme; aynı biçimde kötülük yapıp öç alma, kötülüğü yapandan acısını çıkarma

Göz gezdirmek: 1. Derinlemesine incelemeden okumak. 2. Bir şeyi, bir yeri pek fazla dikkat etmeden çabucak incelemek.

Göz göre göre: Apaçık şekilde, herkesin gözü önünde.

Göz gözü görmemek: Dumandan, karanlıktan ya da yoğun tozdan hiçbir şey görülmez olmak.

Göz hakkı: Görülüp de imrenilen yiyeceklerden görenlere çıkarılan pay, imrenmelerini yok edecek küçük parça.

Göz hapsine almak: Gözetlemek, bir şeyin üzerinden bakışlarını ayırmamak, birinin hiçbir davranışını gözden kaçırmamak.

Göz kamaştırmak: 1. Hayran bırakmak. 2. Güçlü, parlak bir ışığın kısa bir zaman için görüşü bulandırması, bakılan yeri görmez etmesi.

Göz kararı: Gözle oranlanarak belirtilen miktar, gözle yapılan ölçme ya da oranlama.

Göz kesilmek: Bütün dikkatiyle bakmak.

Göz kırpmadan: 1. Hiç duraksayıp çekinmeden. 2. Acımadan, merhamet etmeden.

Göz kırpmak: Karşısındakine göz kapağını açıp kapatarak işaret vermek, bu şekilde meramını anlatmaya çalışmak; bir şeyi onayladığını ya da doğru olmadığını gözünü açıp kapayarak belirtmek.

Göz kırpmamak: 1. Hiç uyumamak. 2. Tehlikeye aldırmamak.

Göz kulak olmak: 1. Korumak, bakmak, gözetmek. 2. Görme ve işitme yoluyla öğrenmeye çalışmak.

Gözleri bulutlanmak: Gözleri yaşararak çevreyi bulanık görmek.

Gözleri dolmak: Ağlayacak gibi olmak, göz pınarlarına yaş yürümek.

Gözleri fal taşı gibi açılmak: Hayret, şaşkınlık ve öfke gibi sebeplerle gözleri iri iri açılmış olmak.

Gözleri fıldır fıldır etmek: Gözleri zekice, çabuk çabuk dönerek her tarafa bakmak.

Gözleri kan çanağına dönmek: Uykusuzluk, ağlama, kızgınlık ya da bir şeyin kaçması sebebiyle gözlerin çok kızarmış olması.

Gözleri kapanmak: 1. Çok uykusu gelmiş olmak. 2. Ölmek.

Gözlerine inanmamak: Hiç beklemediği bir anda bir şeyi görüp çok şaşırmak, bu sebeple gördüğünün gerçek olduğuna inanmamak.

Gözlerini (gözünü) kan bürümek: Çok öfkeli, kinli olmak; her kötülüğü yapacak hâle gelmek.

Gözlerinin içi gülmek: Çok sevindiğini gözlerinden ve yüzünden belli etmek.

Gözleri yaşarmak: Üzücü ve duygulandırıcı bir durum karşısında gözlerinden yaş gelmek.”Gurbetteki oğlundan gelen mektup eline tutuşturulunca gözleri yaşardı.”

Gözleri yollarda kalmak: Özlemle beklemek.

Göz nuru dökmek: Göz emeği harcamak; gözün dikkatini, elin emeğini gerektiren ince bir iş yapmak ve işte uzun süre çalışmak

Göz önünde tutmak (bulundurmak): Dikkate almak. Herhangi bir durumun nasıl bir sonuca yol açacağını hesaba katmak.

Göz ucuyla bakmak: Belli etmemeye çalışarak, başını çevirmeden göz kenarı ile yandan bakmak.

Gözü aç: Aç gözlü, doymak bilmeyen, gerektiğinden fazlasını isteyen.

Gözü açık: Uyanık, kurnaz, çıkarlarını iyi kollayan, becerikli, zeki.

Gözü açık gitmek: Çok istediği şeylere kavuşamadan ölmek.

Gözü açılmak: Yararlıyı yararsızı, iyiyi kötüyü ayırt edebilir duruma gelmek.

Gözü arkada kalmak: Kendisi ayrıldıktan sonra, bıraktığı şey veya kimse ile ilgili tedirginliği sürmek, merak etmek.

Gözü bağlı: 1. Sorup soruşturmadan, anlayıp anlamadan. 2. Gafil, çevresinde olup bitenlerin farkında olmayan.

Gözü dalmak: Gözlerini bir noktaya dikerek dalgın dalgın bakmak.

Gözü doymak: Çok istenen bir şeye kavuşup, artık istemez duruma gelmek.

Gözü gibi sakınmak (esirgemek): Bir şeye aşırı derecede ilgi duymak, onu koruyup gözetmek, dikkatle muhafaza etmek.

Gözü hiçbir şey görmemek: Heyecana, öfkeye ya da önem verdiği bir işe kapılıp başka hiçbir şeyle uğraşamaz duruma gelmek.

Gözü ısırmak: Bir kimseyi sanki tanır gibi olmak.

Gözü ilişmek: İstemeden, birdenbire, rastgele görmek.

Gözü kesmek: Bir işi yapabilme konusunda başkalarına ve kendisine güvenmek.

Gözü kara (veya pek): Cesur, atak, korkusuz, tehlikeli işlere tereddüt etmeden girebilen.

Gözü korkmak: Daha önce başından geçen kötü bir denemeden sonra, birinden veya bir şeyden zarar gelebileceği endişesine kapılmak ve o işi yapmaktan çekinmek.

Gözünde büyümek: Olduğundan fazla büyük ya da güç görünmek.

Gözünde büyütmek: Bir şeyi, olayı, kimseyi veya işi abartmak.

Gözlerinden uyku akmak: Çok uykusu geldiği için göz kapakları kapanır gibi olmak.

Gözüne bakmak: 1. Verilen emri yapmak üzere işaret beklemek, işareti verecek kimseyi gözlemek. 2. Gerektiğinden fazla dikkat göstermek, koruyup gözetmek.

Gözüne dizine dursun: Nankörlük eden kimseye karşı söylenen ilenme sözü. ” Allah, bu nankörlüğünün cezasını versin.” anlamında kullanılır.

Gözüne girmek: Birinin sevgi ve ilgisini kazanmak.

Gözüne sokmak: 1. Görmek istemediği bir şeyi zorla göstermek. 2. Bir çaba sonucu, bir kimseyi büyüğünün beğenmesini sağlamak.

Gözüne uyku girmemek: Uykusuz kalmak, hiç uyumamak.

Gözünü açmak: 1. Uyanık, dikkatli olmak. 2. Birisine bilgiler vererek görüşünü genişletmek.

Gözünü ayırmamak: Bir şeye devamlı bakmaktan kendini alamamak.

Gözünü çıkarmak: Zarara uğratmak, bir işi kötü biçimde yapmak, iyi yerine kötüyü seçmek.

Gözünü daldan budaktan esirgememek (veya sakınmamak): Tehlikeli işlere girişmekten çekinmemek.

Gözünü dört açmak: Bir hileye düşmemek, aldanmamak için çok dikkatli olmak.

Gözünü kan bürümek: Birisini öldürecek kadar öfkelenmek.

Gözünü kapamak: 1. Görmezlikten gelmek, yapışına ses çıkarmamak. 2. Ölmek.

Gözünü korkutmak: Yıldırmak, karşı duramaz hâle getirmek.  

Gözünün önünden gitmemek: Unutamamak, her an görür gibi olmak.

Gözünün yaşına bakmamak: Hiç acımamak, merhamet etmemek.

Gözü pek (kara): Korkusuz, atılgan, cesur, tehlikelere aldırmayan.

Gözü sulu: En küçük sevinç ya da üzüntü karşısında hemen ağlayıveren, gözyaşlarını tutamayan 

Gözü tok: Elinde imkânlar olsun olmasın, mal-mülk veya paraya düşkün olmayan, cömert.

Gözü tutmak: Güvenmek, beğenmek.

Gözü üzerinde olmak: Bir şeye, bir kimseye sık sık bakarak ne durumda olduğunu kontrol etmek, dolayısıyla kötü bir sonuca meydan vermemeye çalışmak.

Gözü yılmak: Daha önce denediği için o durumla karşılaşmaktan korkmak, o işe girişmekten çekinmek.

Gözü yükseklerde olmak: Hâlen bulunduğu durumdan daha yüksek bir duruma ya da mevkiye çıkmak istemek, böyle bir amacı gütmek.

Göz yummak: Kabahatlerini, kusurlarını hoş karşılamak, görmezlikten gelmek, bağışlamak

Göz yummamak: 1. Hoş görmemek, bağışlamamak. 2. Hiç uyumamak.

Gururunu okşamak: Bir kimseyi yüzüne karşı överek, becerilerini söyleyerek duygulandırmak.

Gücüne gitmek: Bir söz, bir davranış bir kimsenin onuruna dokunmak, o kimseye ağır gelmek.

Güllük gülistanlık: Sorunları bulunmayan; neşe, bolluk ve huzur içinde olan yer.

Gülmekten kırılmak: Aşırı ölçüde gülmek, çok gülmekten halsiz düşmek.
Gülüp geçmek: Bir durumu umursamamak, aldırış etmemek, gülünç bulup üzerinde durmamak.

Günaha girmek: Dini bakımdan suç sayılacak bir iş yapmak ya da söz söylemek.

Günaha sokmak: Günah işlemesine yol açmak, dinin buyrukları dışına çıkmasına zemin hazırlamak.

Günahını vermez: “Çok cimri, eli sıkı, hasis” kimselerin durumunu anlatmak için kullanılır.

Günah işlemek: Dince suç sayılan bir iş yapmak.

Gün almak: 1. Bir iş yapmak için ilgili kişiden gün ayırmasını; belirli bir tarih tespit etmesini istemek, randevu almak. 2. Yaşını bitirip daha sonraki yılın bir ya da birkaç gününü almak.

Gün batmak: Güneş batmak.

Güneş almak: Bir yere güneş ışığı ulaşmak.

Gün görmek: Bolluk, mutluluk, esenlik içinde huzurlu günler geçirmek.

Gün görmüş: Başından nice işler geçmiş, tecrübeli, görüp geçirmiş, çok yaşamış.

Gün ışığına çıkmak: Aydınlanmak, açıklığa kavuşmak, anlaşılır olmak.

Günleri sayılı olmak: 1. İçinde olunan günlerde ölecek olmak. 2. Bulunduğu yerde kalmak için birkaç günü kalmak.

Günü birliğine: Sabah gidip akşam dönmek üzere.

Günün adamı: 1. Zamanın gereğine göre tutum ve yön değiştiren, çıkarını gözeten kimse. 2. Kendisinden o günlerde çok söz edilen.

Gününü doldurmak: Bir işin gerçekleşmesi için geçmesi gereken zamanı tamamlamak.

Gününü gün etmek: Eline geçen imkânları değerlendirmek, hiçbir şeyi dert edinmeyip hoşça vakit geçirmek.

Gürültüye (patırtıya) pabuç bırakmamak: Korkutmalara, tehditlere aldırış etmeyip dilediği gibi davranmak.

Güven beslemek: Bir kimseye, bir şeye güven duymak, inanmak, itimat etmek.

Güvendiği dağlara kar yağmak: Güvendiği kimselerden yardım alamamak, güvendiği bir şeyin işe yaramadığı anlaşılmak.

Güven kazanmak: Söz, davranış ve yaptığı işlerle çevresindekileri kendisine inandırmak.

Güven vermek: Kendisinin güvenilir bir kişi olduğu, kendisine itimat edilebileceği duygusunu uyandırmak.

“H” Harfiyle Başlayan Deyimler

Ha Hoca Ali, ha Ali Hoca: Farklı gibi gösterilen iki şeyin, gerçekte hiçbir değişikliği yoktur, “ikisi de birdir” anlamında kullanılır.

Ha babam (ha): 1. Devamlı olarak, hiç durmadan. 2. Karşısındakinin çabasını, gayretini artırmak için kullanılır.”Ha babam ha, az kaldı, bitireceğiz işi.”

Habbeyi kubbe yapmak: Önemsiz, küçük bir şeyi büyütüp mesele çıkarmak.

Haber uçurmak: Çabucak, gizlice haber göndermek.

Ha bire: Durmadan, arka arkaya, sürekli olarak, ara vermeden.

Hacet kalmamak: Gereği olmamak, lüzumu kalmamak.

Hacı ağa: Özellikle büyük kentlerde gereksiz yere çok para harcayan, taşralı bilgisiz zengin.

Haddine mi düşmüş!: “Onun bunu yapmaya yetkisi yoktur; böyle bir işe nasıl, hangi yetenekle girişir? Bu işi yapması imkânsızdır” anlamında kullanılır.

Haddini bildirmek: Yetkisi dışındaki işlere karıştığı için sert bir karşılık vererek onu cezalandırmak, yola getirmek, uslandırmak, yetki sınırını bildirmek

Haddini bilmek: Kendi değer ve yeteneğini bilmek, üstün görmemek, kendi yapabileceği şeylerin ötesine geçmemek.

Haddi zatında: Aslında.

Hafife almak: Küçümsemek, önem vermemek,

Hak getire: “Yoktur, bulunmaz, Allah vermemiştir” anlamında kullanılır.

Hak kazanmak: Davasında haklı olduğu meydan çıkmak, emeğinin karşılığını alabilecek duruma gelmek.

Hakkı geçmek: 1. Birisinin payından bir başkası almış olmak. 2. Bir şeyde veya bir kimsede emeği bulunmak.”Komşumun çok hakkı geçmiştir bana, onunla mutlaka helâlleşmeliyim.”

Hakkından gelmek: 1. Güç bir işi başarı ile sonuçlandırmak. 2. Öç almak, yenmek veya cezasını vermek.

Hakkını helâl etmek: Geçen hakkını, emeğini bağışlamak.

Hakkını vermek: 1. Bir şeyin lâyıkıyla yapılması için ne gerekiyorsa ondan kaçınmamak. 2. Birinin çalışmasını gereğince değerlendirmek, hakkı olan şeyi vermek.

Hakkını yemek: Birinin hakkı olan şeyi vermemek, onu kendisine maletmek.

Hakk-ı sükût (sus payı): Bir konu üzerinde konuşmaması, bildiği şeyi söylememesi karşılığında bir kimseye sağlanan yarar.

Hak yolu: Cenab-ı Allah`ın insanlara kitapları ve peygamberleri ile bildirdiği, dünya hayatında tutmaları gereken yol, yaşama düzeni, doğru ve haklı yol.

Hâlden anlamak: Bir kimsenin içinde bulunduğu zor durumu kavrayarak, anlayıp sezerek hoşgörülü olmak, anlayış göstermek.

Hâle yola koymak: Düzenlemek, tertiplemek, iyi işler bir duruma getirmek.

Hâli vakti yerinde: Zengin, oldukça varlıklı, para durumu iyi.

Halis muhlis: Saf, katışıksız, temiz, eksiksiz, içinde yabancı madde bulunmayan.

Halka verir talkını kendi yutar salkımı: Kendi verdiği öğütlere kendisi uymaz.

Hallaç pamuğu gibi atmak: Bir arada, toplu bulunan şeyleri ya da kimseleri dağıtmak, parçalamak; bu yolla sağa sola, her birini bir yana atmak.

Halt etmek: Yakışıksız davranmak, uygunsuz bir söz söylemek veya kötü bir şey yapmak.

Ham ervah: Çiğ adam; yersiz ve yakışıksız sözleri, davranışları olan kaba kimse.

Hangi dağda kurt öldü?: Kendisinden hiç umulmayan, beklenilmeyen bir kimsenin olumlu davranışı görüldüğünde; “Nasıl oldu da böyle güzel bir iş, bir iyilik yaptı?” anlamında söylenir.

Hangi rüzgâr attı?: “Nasıl oldu da gelebildin? Hiç görünmüyordun, sen de gelir miydin?” anlamında, uzun süre bir yerde görünmeyen kimse için kullanılır.

Hangi taşı kaldırsan altından çıkar: 1. Hemen her işte parmağı vardır. 2. Her işten anlar, her işe karışır ya da her işten anladığı izlenimi verir.

Hanım evlâdı: Nazlı büyütülmüş, zora gelmeyen, çıtkırıldım kimse.

Hapı yutmak: Kötü bir duruma düşmek, zarar ve ziyana uğramak.

Haram olmak: Bir şeyden gerektiği gibi yararlanamaz olmak.

Haram para: Dinî bakımdan yasaklanmış yollardan elde edilen para.

Haram yemek: Dinî inançlara aykırı olarak kazanç sağlamak, haksız olarak bir şeye el atmak

Harfi harfine: Tastamam, uygun, tıpatıp, gerçekte olduğu gibi.

Har vurup harman savurmak: Hesapsızca, düşüncesizce harcamak; malını, parasını ölçüsüzce, bol bol harcayıp tüketmek.

Hasret çekmek: Özlem duymak, epeydir ayrı kaldığı yere ya da kimseye kavuşma isteği içinde olmak.

Hasret gitmek: Özlediği, sevdiği bir yere ya da kimseye kavuşamadan ölmek.

Hasret kalmak: Özlemini duyduğu şeye uzun zaman kavuşamamak.

Hastası olmak: Bir şeye çok düşkün olmak.

Haşir neşir olmak: Aralarında bulunduğu kimselerle kaynaşmak, bir arada bulunup uğraşmak; kimi işlerle ilgilenip durmak.

Hatır belâsı: Sayılan ve sevilen kimse için katlanılan sıkıntı.

Hatır gönül tanımamak (bilmemek): 1. İsterse en sevdiği ve saydığı olsun, gücenmesini göze alarak doğru bildiğini yapmak. 2. Kırıcı davranışlarda bulunmak.

Hatırı kalmak: Gücenmek, kırılmak.

Hatırından çıkmamak: Sevdiği, saygı duyduğu birinin istediği bir şeyi yapmayı reddedememek, gönlünü kırmaktan çekinmek.

Hatırı sayılır: 1. Önemli, saygı değer, saygın (kimse). 2. Oldukça çok.

Hava almak: 1. Temiz havalı bir yere çıkarak dolaşmak, dinlenmek, ciğerlere temiz hava çekmek. 2. Eline bir şey geçmemek, umduğunu bulamamak. 3. İçine hava girmek.

Hava basmak: 1. Büyüklenmek, kibirlenmek, olduğundan fazla görünmeye çalışmak. 2. Bir şeyin içine hava doldurmak.

Havada kalmak: 1. Yüksek bir yerde durmak. 2. Sonuca bağlanamamak. 3. Bir iddia, dayanaksız olduğundan ispat edilememek.

Havadan sudan konuşmak: Öylesine, gelişigüzel, rastgele konuşmak.

Hava hoş: Şu ya da bu şekilde olması arasında bir fark olmamak.

Havanda su dövmek: Bir işle boşuna uğraşmak.

Hava parası: Bir yeri tutmak, kiralamak ya da bir şeyi elde etmek için değeri dışında açıktan verilen para.

Havsalası almamak: Aklı kabul etmemek.

Hayal kırıklığı: Gerçekleşmesi istenilen veya umulan bir şeyin gerçekleşmemesinden duyulan üzüntü, düş kırıklığı.

Hayal meyal: Belli belirsiz, açık seçik belli olmayan, bulanık (bir şekilde hatırlanan).

Hayatını kazanmak: Çalışıp elde ettiği para ile geçimini sağlamak.

Hayatını yaşamak: Canının istediği gibi hayatını sürdürmek.

Hayat memat meselesi: Sonucu çok tehlikeli olan, ölüm kokan bir durum.

Hayat pahalılığı: Yiyecek, içecek ve giyecek gibi geçim için gerekli olan maddelerin pahalı olması.

Hayırdır inşallah!: 1. Anlatılan bir rüyayı iyiye yormak için söylenir. 2. Şaşma, heyecan ve merak uyandıran durumlar karşısında söylenir.

Hayır işlemek: Dine ve insanlığa uygun, iyi davranışlarda bulunmak.

Hayır kalmamak: İşe yarar, beğenilecek bir yanı ve tarafı kalmamak.

Hayır sahibi: İyiliksever, yardımsever kimse.

Hayra yormak: Bir rüya ya da olayı iyi ve yararlı bir durumun işareti görmek.

Hazıra konmak: Hiçbir emek sarf etmeden, çaba göstermeden başkasının emeği ile ortaya çıkmış olan şeyden yararlanmak.

Hazır bulunmak: 1. Bir yerde kendisi bulunmak, var olmak. 2. Bir yere hemen gidecek, bir şeyi anında yapacak durumda olmak.

Hazırdan yemek: Yenisini kazanmadan elindekini harcamak.”Hemen her gün bir bahane buluyor, çalışmıyor ve hazırdan yiyiyordu.”

Helâl süt emmiş olmak: İyi huylu, doğru yoldan sapmayan, temiz bir kişi.

Helâl olsun (Helâl ü hoş olsun): 1. Bunu sana gönül hoşluğu ile veriyorum, hiç pişman değilim, Allah bunu sana bağışladığıma şahit olsun. 2. “Aferin, takdire değer iş yapıyorsun” anlamında kullanılır.

Hele şükür!: Allah`a hamdolsun, beklediğimiz sonuç gerçekleşti.

Hem kel hem fodul: “Bu kadar kusuruna, bu yeteneksizliğine rağmen bir de övünüyor, üstünlük taslıyor” anlamında kullanılır.

Hem nalına hem mıhına (vurmak): Birbirine zıt olan iki yanı da desteklemek.

Hem suçlu hem güçlü: Gerçekte kendisi suçlu olduğu hâlde suç işlememiş gibi davranan ve karşısındakini suçlamaya çalışan kimse.

Hem ziyaret hem ticaret: Bir yeri veya kimseyi ziyarete giden kimsenin, bu görüşmeden yararlanarak başka bir işi de yapması durumunu anlatmak için kullanılır.

Her kafadan bir ses (çıkmak): Bir konu üzerinde herkesin istediği gibi, rastgele konuşması ve bu konuşmalardan bir sonuç alınamaması.

Her telden çalmak: Pek çok konuda bilgi sahibi olmak, içinde bulunduğu ortamın şartlarına göre her çeşit iş yapabilir olmak.

Hesaba çekmek: Bir kişiyi, bir makamı yaptığı işler üzerine açıklama ve savunma yapmaya çağırmak.

Hesaba dökmek: Bir konu ile ilgili işlemlerin hesabını kâğıt üzerinde yapmak.

Hesaba katmak (almak): Bir işi yaparken ya da yürütürken bir başka şeyi de göz önünde bulundurmak.

Hesaba (kitaba) gelmez: 1. Beklenmedik, umulmadık. 2. Sayılmayacak kadar çok, pek fazla, sayısız.

Hesabı kesmek: Alış verişi ya da ilgiyi kesmek.

Hesabını bilmek: Boş yere para harcamamak, tutumlu davranmak.

Hesabını görmek: 1. Alacağını ödeyip ilişkisini kesmek. 2. Cezalandırmak, vücudunu ortadan kaldırmak ya da öldürmek.

Hesap açmak: 1. Hesap defterinde, bir kişiye alış veriş için alacağını borcunu kaydetmek üzere bir yer ayırmak. 2. Bankada, gereğinde çekilmek üzere yatırılan para için işlem yapmak. 3. Birine kredi açmak, birine borçlanma imkânı tanımak.

Hesap etmek: 1. Kazançla gideri karşılaştırıp bir sonuca ulaşmak. 2. Düşünmek, tasarlamak, ayrıntıları gözden geçirip ihtimalleri değerlendirmek.
Hesap görmek: Taraflarca alacakla vereceği karşılaştırıp ödeşmek.

Hesap kitap: Düşünüp taşındıktan sonra, hesap sonunda.

Hesapsız kitapsız: 1. Sorumsuz, ölçüsüz, tutumsuz. 2. Deftere geçirilmeden, herhangi bir belgeye dayanmadan.

Hesap sormak: Bir kimseyi kanunsuz, kural dışı, ahlâka aykırı, usulsüz davranış ve sözlerinden ötürü sorgulamak, o kişiden savunma istemek.

Hesaptan düşmek: Borçtan, alacaktan, hesaptan çıkarıp yok saymak.

Hesap tutmak: Alış verişle ilgili alacağı ve vereceği bir kâğıda ya da deftere yazmak.

Hesap vermek: 1. Herhangi bir davranışının ya da sözünün sebebini açıklamak 2. Bir işin sorumluluğunu üstlenmek.

Hevesi kursağında kalmak: Çok istediği, imrendiği, kavuşmak dilediği şeyi elde edememek.

Hevesini almak: İmrendiği, çok istediği şeye kavuşup ona doymak.

Heyheyleri tutmak (üstünde): Çok kızıp sinirlenmek.

Hık mık etmek: Bir işi yapmamak için bahaneler ileri sürmeye çalışmak, bir soruyu cevaplandırırken net şeyler söylememek.”Hık mık edip durma, bu işi eninde sonunda yapacaksın!”

Hık demiş burnundan düşmüş: “Her durumuyla ona çok benziyor” anlamında kullanılır.

Hır çıkarmak: Kavga, gürültü, patırtı ve olaya sebep olmak.

Hızır gibi yetişmek: Dara düştüğü, çok sıkıştığı, çaresiz kaldığı bir zaman da, beklemediği bir kişi yardımına yetişmek.

Hiçe saymak: Hiç önem ve değer vermemek.

Hiç yoktan: Sebepsiz, ortada hiçbir neden yokken.

Hizaya gelmek: 1. Düz çizgi durumunda dizilmek. 2. Aykırı, yanlış davranışlardan vazgeçmek; doğru yola gelmek, düzelmek.

Hodri meydan: “Kendine güvenen ortaya çıksın” anlamında kullanılır.

Hop oturup hop kalkmak: Ya heyecanından ya da öfkesinden yerinde duramaz olmak.

Hora tepmek: 1. Ayaklarını yere vurarak oynamak. 2. Gürültü çıkarmak.

Hor görmek (veya bakmak): Önem vermemek, değersiz saymak, adam yerine koymamak, küçümsemek.

Hor kullanmak: Özen göstermeden, kabaca, dikkat etmeyerek, hırpalayarak kullanmak.

Hoş beş etmek: Şundan bundan konuşarak sohbet etmek.

Hurdası çıkmak: İşe yaramayacak, kullanılamayacak hâle gelmek.

Huyuna suyuna gitmek: İsteklerine, alışkanlıklarına, yapısına göre onu kızdırıp ürkütmeyecek davranışlarda bulunmak.

Huyunu suyunu almak: Onun özelliklerini, davranışlarını ve karakterini yapısına geçirmek.

Huzur vermek: Gönül rahatlığı, iç dirliği vermek; dinlendirmek.

Huzurunu kaçırmak: Huzurunu bozmak, tedirgin ve rahatsız etmek.

Hüküm giymek: Mahkemece ya da birileri tarafından kendisine ceza verilmek.

Hüküm sürmek: 1. İş başında olmak. 2. Yaygın olmak. 3. Bir şeyin güçlü varlığı sürüp gitmek.

Hükümet kapısı: Devlet dairesi.

Hür düşünüş: İstediğini, düşündüğünü baskı altında kalmadan söyleme.

Hüsn-ü kuruntu: İhtimalî bulunmadığı hâlde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, buna kendini inandırma.

Hüd dağı gibi şişmek: Bir hastalık sebebi ile bir tarafı, özellikle de karın tarafı şişmek.

“I” Harfiyle Başlayan Deyimler

Icığını cıcığını çıkarmak: 1. Her yanını ellemek, didiklemek. 2. Bir meseleyi en ince ayrıntılarına kadar soruşturmak, incelemek.

Ikınıp sıkınmak: Bir işi yapabilmek için kendini çok zorlamak.

Isıtıp ısıtıp önüne koymak: Daha önce meydana gelmiş bir olayı ya da bir işi bir düşünceyi yeniden, sık sık tekrarlamak.

Iska geçmek: 1. Hedefe isabet ettirememek, vuramamak. 2. Üzerinde durmamak, önem vermemek, atlamak.

Iskartaya çıkarmak: İşi yaramaz, değersiz bularak bir yana atmak.

Işığı altında: Bir durum veya düşüncenin konuyu aydınlatmasından yararlanarak, onu göz önünde tutarak.

Işık tutmak: 1. Karanlık bir yeri ışıkla aydınlatmak. 2. Bilgisiyle, düşüncesiyle bir konuya açıklık getirmek, tutacağı yolu göstermek.

“İ” Harfiyle Başlayan Deyimler

İbret almak: Kötü bir olaydan etkilenerek ders almak.

İcabına bakmak: 1. Gereğini yerine getirmek. 2. Yok etmek, ortadan kaldırmak.

İç çekmek: Üzüntüyle göğüs geçirmek, derin derin soluk alıp hıçkırıkla ağlamak.

İç etmek: Eline geçen bir şeyi sahibine bildirmeden kendisine mal etmek, ortadan kaldırıp kimseye göstermemek.

İç gıcıklamak: 1. Huylandırmak. 2. İstek uyandırmak.

İçi açılmak: Sıkıntısı dağılıp gitmek, ferahlamak.

İçi cız etmek: Ansızın içi sızlamak, çok üzülmek.

İçi çekmek: Canı arzu etmek, istek duymak.

İçi çıfıt çarşısı: 1. Başkaları için daima art niyet besleyen, içinden türlü kötülükler geçiren. 2. Çok karışık.

İçi dışı bir: İkircikli olmayan, iki yüzlü davranmayan, düşündüğünü açıkça söyleyen, özü sözü bir olan.

İçi dışına çıkmak: 1. Kusmaktan ötürü çok fena olmak. 2. Bindiği taşıtın çok sarsılması yüzünden bedenî rahatsızlık duymak.

İçi erimek: Kaygı duymak, çok üzülmek.

İçi geçmek: 1. İstemediği hâlde uyuya kalmak. 2. İşe yaramaz duruma gelmek. 3. Yaşlılıktan, zayıflıktan gücü azalmış olmak; hiçbir şeye ilgi duymamak.

İçi gitmek: Çok fazla istek duymak.

İçi içine sığmamak: Çok heyecanlanmak, coşkunluk duymak ve sevincini belli etmekten kendini alamamak.

İçi kabarmak (kalkmak): 1. Midesi bulanmak. 2. Duygulanıp heyecanlanmak. 3. Taşkın bir ağlama duygusu içinde olmak.

İçi kan ağlamak: İçten, büyük bir üzüntü duymak; dıştan belli etmeyerek çok acımak.

İçi kazınmak: Çok acıktığından ötürü midesinde eziklik duymak.

İçinden gülmek: Birisine sezdirmeden içten içe gülmek, eğlenmek.

İçinden okumak: 1. Dudaklarını kıpırdatmadan, hiç ses çıkarmadan okumak. 2. Ses çıkarmadan sövmek, beddua etmek.

İçinden pazarlıklı: Sinsi, yapacağı kötülükleri sezdirmeyen.

İçine atmak: 1. Derdini, sıkıntısını kimseye söylememek. 2. Kendisine yapılan kötülüğe karşı sesini çıkarmamakla beraber, bunu unutmamak.

İçine dert olmak: Yapmak istediği bir şeyi yapamadığı için kaygılanıp üzüntü duymak.

İçine doğmak: Malûm olmak, bir işin olduğunu ya da olacağını sezinlemek, tahmin etmek.

İçine işlemek: Duygulanmak, etkilenmek, dokunmak.

İçine çekilmek (kapanmak): Duygularını kimseye açmamak, çevresindeki kişilerle ilişkisini kesmek, yalnızlığa gömülmek.

İçine kurt düşmek: Kuşkulanmak, kendisine zarar geleceğinden şüphe etmek.

İçine sindirmek: Benimsemek, iyice kabul etmek.

İçine sinmemek: 1. İçi rahat etmemek, yaptığı şeyden memnun olmamak. 2. İstediği gibi olmadığı için rahatlık, mutluluk duymamak; tadına varamamak.

İçine sokacağı gelmek: Birini aşırı ölçüde, çok sevmek.

İçine yedirememek: Benimsememek, kabul edememek.

İçini dökmek: Dertlerini, sıkıntılarını, üzüntülerini anlatmak.

İçini kemirmek: Bir üzüntü ve düşünce dolayısıyla rahatsızlık duymak.

İçini (bir) kurt yemek: Sürekli olarak bir kaygı içinde olmak.

İçi parçalanmak (paralanmak): Birine acıyarak çok üzülmek.

İçi rahat etmek: Endişelenecek bir durum bulunmadığını öğrenerek sıkıntıdan kurtulmak, rahatlamak.

İçi sızlamak: Bir şey veya kişinin içine düştüğü durum sebebiyle üzülmek.

İçi titremek: 1. Çok üşümek. 2. Çok istek duymak. 3. Bir zarar gelecek korkusu içinde bulunmak.

İçi yanmak: 1. Çok susamak. 2. Büyük bir acı sebebiyle çok fazla üzülmek.

İçler acısı: Oldukça üzücü, çok acıklı.

İçli dışlı olmak: Teklifsiz, çok samimi, sıkı fıkı, senli benli olmak.

İçtikleri su ayrı gitmemek: Sıkı fıkı dost, samimi arkadaş olmak; birbirlerinden saklayacakları bir şeyleri bulunmamak.

İdare etmek: 1. Yönetmek, çekip çevirmek. 2. Tutumlu olmak, kullanmak. 3. Elvermek, yetmek, yetişmek, korumak, kurtarmak. 4. Hoş görmek, göz yummak. 5. Örtbas etmek.

İfade vermek: Sorguya cevap vermek.

İflâhını kesmek: Gücünü tamamıyla yok edip bir daha karşı koyamayacak, düzelemeyecek, iş yapamayacak duruma getirmek.

İfrit olmak: Çok öfkelenmek; aşırı ölçüde, kendini kaybedecek kadar sinirlenip kızmak.

İğne atsan yere düşmez: Çok kalabalık, yürünecek gibi değil.

İğne ile kuyu kazmak: Zor denecek bir işi yetersiz araç ve gereçlerle başarmaya çalışmak.

İğne ipliğe dönmek: Aşırı derecede zayıflamak, kilo vermek.

İğneli söz: Dokunaklı, kırıcı, üzücü söz.

İki ahbap çavuşlar: Hemen her yerde birlikte görülen, birbirlerinden ayrılmayan iki arkadaş, dost.

İki arada bir derede (kalmak): Sıkışık, zor şartlar altında (kalmak).

İki ayağını bir pabuca sokmak: Bir kimseyi, bir işi yapması için zorlamak, sıkıntıya sokmak.

İki cami arasında kalmış beynamaza dönmek: İki yoldan hangisini tutacağını; şöyle mi, böyle mi yapacağını bilememek; şaşırıp bir şey yapamaz olmak.

İki cihanda yüzü ak olmak: Doğru ve faziletli yaşayıp dünya ve ahrette mükâfat görmek.

İki çift söz etmek: Bir araya gelip birkaç söz söylemek.

İki eli kanda olsa: Ne kadar önemli olursa olsun, elindeki iş hiç bırakılamayacak derecede olsa bile.

İki eli (birinin) yakasında olmak: Ahrette, hesap gününde ondan davacı olmak; hakkını istemek.

İki gözü iki çeşme: Sürekli, çok ağlayarak.

İkili oynamak: Birbirine karşı olanlardan hem birini, hem ötekini çıkarı için destelemek.

İki paralık etmek: Değerini, onurunu çok düşürmek.

İki rahmetten biri: Ağır hasta olan birisi için “ya şifa, ya ölüm” anlamında kullanılır.

İki sözü bir araya getirememek: Düşüncelerini, duygularını düzgün bir biçimde anlatamamak, güzel konuşma becerisinden yoksun olmak.

İki yakası bir araya gelmemek: Geçim sıkıntısı içinde olmak ve borçtan kurtulamamak, gelir ve giderini denkleştirememek.

İleri geri konuşmak: Yersiz, kırıcı, yaralayıcı biçimde konuşmak.

İleri gitmek: Söz ve davranışta ölçü dışına çıkmak; gereksiz, aşırı davranışta bulunmak ve haddi aşmak.

İlk göz ağrısı: 1. İlk doğan çocuk. 2. İlk sevgili.

İmana gelmek: 1. Hak dini olan İslâm`ı kabul etmek. 2. En sonunda doğruyu söylemek. 3. Önceden kabul etmediği şeyi sonradan kabul edip uymak.

İnce eleyip sık dokumak: Titizlik göstermek, bir şeyi en ince ayrıntılarına kadar araştırmak, gözden geçirmek.

İn cin top oynamak: Issız, sessiz olmak, bir yerde hiçbir canlı yaratık bulunmamak.

İncir çekirdeğini doldurmaz: Çok az veya pek önemsiz.

İnme inmek: Felç olmak, bedenin bir yeri hareketsiz ve duygusuz duruma gelmek.

İnsan eti yemek: Birini çekiştirmek.

İnsan evlâdı: İyi, anlayışlı, ahlâk sahibi insan.

İnsan hâli: Olabilir, doğaldır, hoş karşılamak gerekir.

İnsanlıktan çıkmak: 1. Çok zayıflamış, bir deri bir kemik kalmış olmak. 2. İnsanî niteliklerini yitirmek, insana yakışmayacak davranışlarda bulunmak.

İnsan sarrafı (olmak): İnsanların karakterini çabucak anlayacak duruma gelmiş (olmak).

İpe çekmek: Asarak öldürmek.

İpe un sermek: İstenilen işi yapmamak için birtakım bahaneler, sebepler ileri sürmek, güçlük çıkarmak, engeller göstermek.

İpi koparmak: Bağlı bulunduğu yer ya da kişi ile ilişkisini kesmek, aradaki anlaşmazlığı artırmak.

İpin ucunu kaçırmak: Bir yeri yönetmede veya bir şeyi kullanmada gereken ölçüyü kaçırıp, artık duruma hâkim olamamak; çıkmaza girmek.

İpi sapı yok: Birbirini tutmaz, yersiz, anlamsız, işsiz, yersiz yurtsuz, saçma sapan.
İpiyle kuyuya inilmez: Kendisine güvenilmez, ona güvenilerek bir işe girilmez.

İple çekmek: Zamanın gelmesini sabırsızlıkla beklemek, çok istemek.

İpucu vermek: Aranılan şeyi bulmaya yarayan işareti, onu açıklamaya yarayan bilgiyi vermek.

İsabet etmek: 1. Nişan alınan yere değmek, rastlamak. 2. Çıkmak. 3. Yerinde iş görmüş olmak.

İskele vermek: Vapura binmek, vapurdan inmek için iskeleyi uzatmak.

İsmi var, cismi yok: 1. Sözü edilen bir kimse veya şeyin gerçekte var olmadığını anlatmak için kullanılır. 2. Adı olmasına karşılık görevini ve etkinliğini yerine getirmeyen, varlığı ile yokluğu arasında bir fark bulunmayan.

İster istemez: 1. Zorunlu olarak, elinde olmadan. 2. İstemesi üzerine, hiç vakit geçirmeden, istediği anda.

İstifini bozmamak: Bir olay karşısında aldırış etmemek, durum ve davranışını hiç değiştirmemek.

İş ayağa düşmek: İş sorumsuz, yetkisiz ve beceriksizlerin elinde kalmak.

İş başa düşmek: Beklediği yardım gelmeyince, kendi işini kendisi yapmak zorunda kalmak.

İş çatallanmak (çatallaşmak): Bir işin sonuca oluşması konusunda türlü güçlüklerle karşılaşmak, ya da çeşitli seçeneklerle yüz yüze gelmek, sonuca nasıl ulaştırılacağı bilinemez olmak.

İş çığırından çıkmak: Bir iş asıl amaçtan çıkarak düzelmesi güç bir durum almak, bir bozukluk ve kargaşalık baş göstermek.

İş inada binmek: Bir işi yapmakta direnmek.

İşi düşmek: Birinin yardımına ihtiyaç duymak.

İşe koşmak: Birini bir iş yapmak üzere görevlendirmek, göndermek.

İşi ağırdan almak: Acele etmemek, bir işi yapmak için isteksiz görünmek.

İşi azıtmak: Yanlış ve aşırı yollara sapmak.

İşi Allah`a kalmak: Güç şartlar altında, beşerden hiçbir yardım umudu kalmamak.

İşi başından aşmak: Pek çok işi olmak, iş içinde kaybolmak.

İşi bitmek: 1. Hâli, gücü kalmamak. 2. Yaptığı işi sona ermek

İşi duman olmak: İşi ve durumu kötü olmak, berbat bir durumda bulunmak.

İşi iş olmak: İşi yolunda, iyi olmak; hâlinden memnun bulunmak.

İşinden olmak: Bir süredir yaptığı işi elinden gitmek, görevini yitirmek.

İşi sıkı tutmak: Gevşekliğe yol açmamak, işe gereken önemi vermek ve sağlıklı yürümesini sağlamak.

İşi tıkırında olmak: İşi çok uygun ve iyi olmak.

İşi yokuşa sürmek: Yapılabilir, görülebilir işi yapmamak için güçlük çıkarmak, bahaneler ileri sürmek.

İşkembeden atmak: Uydurarak söylemek, tutarı olmayan sözler sarf etmek.

İş sarpa sarmak: İş, içinden çıkılması zor bir durum almak; engellerle karşılaşmak.

İşten el çektirmek: Görevden uzaklaştırmak.

İş yok: O şeyde yarar yok, faydası olmaz.

İte kaka: Zorla, güçlükle.”Adamı her sabah ite kaka işe götürüyoruz.”

İtibar kazanmak: Saygınlık görmek, kendisine değer verilmek.

İt sürüsü kadar: Gereğinden fazla, oldukça çok, kalabalık.

İyi etmek: 1. Hastalıktan kurtarmak, sıhhatine kavuşturmak. 2. Yerinde bir davranışta bulunmak. 3. Bir şeyi gizlice almak, kendisine mal etmek.

İyi gözle bakmamak: Birisi hakkında iyi düşünmemek, kötü niyet beslemek.

İyi gün dostu: Dostlarının sıkıntılı günlerinde onlardan kaçan kimse.

İyi saatte olsunlar: Cinlerden söz edilirken kullanılır.

İzinden yürümek: Birine içten bağlanarak onun başladığı işi aynı anlayışla sürdürmek, fikirlerini ve hareketlerini aynen benimsemek.

İzi silinmek: Yok olmak, ortadan kaybolmak.

“K” Harfiyle Başlayan Deyimler

Kabak (birinin) başına (başında) patlamak: Birçok kimsenin ilgili olduğu olaydan yalnızca bir kimse zararlı çıkmak; beklenmediği hâlde, bir işin zararlı sonucuna katlanmak.

Kabak tadı vermek: Bıktırmak, usanç vermek, tatsız olmaya başlamak.

Kabına sığmamak: Sevinç ve heyecanından taşkın hareketlerde bulunmak.

Kabir azabı çekmek: Çok sıkılmak, eziyet çekmek.

Kabuğuna çekilmek: Tek başına kalmak, dış dünya ile ilgisini kesmek, kimse ile görüşmemek.

Kaçın kur`ası: Aldatılması güç, kurnaz; gün görmüş, geçirmiş; tecrübeli.

Kafadan atmak: Bir konu üzerinde inceleme yapmadan, rast gele konuşmak.

Kafadan kontak (sakat): Düşüncesiz, delice işler yapan, aklı kıt.

Kafa dengi: Davranışları, anlayışları, dünya görüşleri birbirine uymuş kimselerden her biri.

Kafa patlatmak: Bir konu üzerinde pek çok düşünmek, zihin yormak.

Kafa tutmak: Karşı gelmek, direnmek, boyun eğmemek.

Kafası almamak: 1. Anlayıp kavrayamamak. 2. Zihin yorgunluğundan ötürü anlayamaz olmak. 3. Olabileceğine inanmamak.

Kafası işlemek (çalışmak): Bir konu üzerinde kavrayışı çok iyi olmak.

Kafası kazan (gibi) olmak, (veya kafası şişmek): 1. Zihni yorulmak. 2. Gürültülü, patırtılı şeyler dinlemekten rahatsız olmak, yorgunluk duymak.

Kafası kızmak: Çok öfkelenip sinirlenmek.

Kafasına dank etmek (demek): Çoktandır anlayamadığı bir meseleyi bir olay sebebiyle birden bire kavramak, doğruyu yakalamak.

Kafasına koymak: Bir şeyi yapmaya kararlı olup zamanını beklemek.

Kafası yerinde olmamak: 1. O anda kafası çok yorgun olmak. 2. Başka şeyler düşündüğünden, o anda konuşulana hemen intibak edememek.

Kafese girmek: 1. Hapse girmek. 2. Aldatılmak, hile yoluyla kendisinden çıkar sağlanmak, oyuna gelmek.

Kafese koymak: Tuzağa düşürüp çıkar sağlamak.

Kâğıda dökmek: Düşüncelerini, duygularını yazıya geçirmek.

Kâğıt üzerinde kalmak: Yapılması kararlaştırıldığı halde uygulanmamak; konuşulan, kararlaştırılan yazıda kalmak.

Kalbini kırmak: İncitmek, küstürecek kadar üzmek, gönlünü kırmak, gücendirmek.

Kalburla su taşımak: Verimsiz, verim alınamayacak, olmayacak bir işle uğraşmak.

Kalbur üstü: Benzerleri arasında üstün, seçkin, görünür.

Kaldırım mühendisi: İşsiz güçsüz, sokaklarda dolaşan kimse.

Kaale almamak: Önemsiz görmek, sözünü etmeye değer bulmamak.

Kalem efendisi: Kalemde çalışan görevli, yazman.

Kalem oynatmak: 1. Yazı yazmak. 2. Bir yazıyı düzeltmek. 3. Bir yazıda değişiklik yapmak.

Kaleyi içinden fethetmek: Karşı taraftan birinin yardımını alarak davasını kazanmak.

Kalıbını basmak: Bir şeye bütün içtenliği ile güvenmek, bir şeyi doğrulamak.

Kalıbının adamı olmamak: Görünüşünden bekleneni yapamaz olmak, umulanı ortaya koymamak.

Kalıptan kalıba girmek: 1. Sık sık iş değiştirmek. 2. Çıkar sağlamak için değişik kılıklara girmek.

Kalp kazanmak: Güzel bir davranış ve sözle birilerinin sevgisini kazanmak, ilgisini çekmek.

Kambersiz düğün olmaz (olur mu?): “Bir toplantı, eğlence veya iş, en çok ilgili kişiler bulunmadan yapılırsa tadı çıkmaz” anlamında alay yollu kullanılır.

Kambur üstüne kambur (kambur kambur üstüne): “Sıkıntı üstüne sıkıntı, terslik üstüne terslik, borç üstüne borç, aksilikler birbirini kovalıyor” anlamında kullanılır.

Kanadı altına almak: Korumak, gözetmek, himayesi altına almak.

Kan ağlamak: Büyük bir üzüntü içinde olup yakınmak.

Kana susamak: Birini öldürme hırsı içinde olmak.

Kanat germek: Birini korumak, gözetimi altına almak.

Kan başına sıçramak (beynine çıkmak): Çok sinirlenmek, öfkelenmek,

Kancayı takmak: Bir kimsenin zararı, kötülüğü için uğraşmak.

Kan çıkmak: Cinayet işlenmek, kan dökülmek.

Kandilli temenna: Eli yere kadar uzatarak yapılan selâmlama.

Kan dökmek: Ölüme yol açmak, yaralanıp ölmek veya birini yaralayıp öldürmek.

Kan gövdeyi götürmek: Çok kan akıtılmış olmak, çok insan öldürülmek.

Kan gütmek: Kan dökerek öç almayı istemek.

Kanı ağır: Davranışları yavaş, sevimsiz, konuşması insana sıkıntı veren, hoşa gitmeyen kimse.

Kanı bozuk: Soysuz, iğrenç işler yapmaktan geri durmayan.

Kanı kaynamak: 1. Hareketli, coşkun olmak. 2. Birine içten bir sevgi beslemek, yakınlık duymak.

Kanına girmek: 1. Birini öldürtmek veya öldürmek. 2. Bir şeyi harcamak, ziyan etmek.

Kanına susamak: Belâsını aramak, kendisinin öldürülmesine yol açacak bir davranışta bulunmak.

Kanını emmek: Hiç insaf etmeden sömürmek, varını yoğunu elinden almak.

Kanı pahasına: Yaralanmayı veya öldürülmeyi göze alarak.

Kanı sıcak: Sevimli, kendisini sevdiren, sempatik, sıcakkanlı.

Kanıyla ödemek: Yaptığı işin cezasını hayatıyla ödemek.

Kan kusmak: Çok eziyet, sıkıntı çekmek.

Kan kusturmak: Çok büyük sıkıntı ve eziyet çektirmek.

Kanlı bıçaklı olmak: Birbirlerinin kanını dökecek, birbirlerini öldürecek kadar birbirlerine düşman olmak.

Kanlı canlı: Sağlıklı, sapasağlam, dinç ve diri olduğu yüzünden belli olan.

Kan ter içinde kalmak: Çok yorgun, terli, bitkin ve perişan durumda olmak.

Kan tutmak: 1. Kan görünce bayılmak. 2. (Adam öldüren kimse korku ve heyecandan) şok geçirmek, kaçamamak, olduğu yere yığılıp kalmak.

Kapağı atmak: Sıkıntılı bir yerden kurtulup rahat edeceği bir yere kavuşmak; uygun bir yere yerleşmek, işe girmek.

Kapalı kutu: İçinde ne sakladığını belli etmeyen, niteliği gizli kalan.

Kapı dışarı etmek: Kovmak, dışarı atmak.

Kapı kapı dolaşmak: 1. Ev ev gezmek, her eve uğramak. 2. Hemen her devlet dairesine başvurmak.

Kapı komşu: Bitişikte oturan komşu, evleri yan yana olan ailelerden her biri.

Kapısında büyümek: Birinin evinde eğitim görüp yetişmek.

Kapısını aşındırmak: İstediğini elde edinceye kadar birinin yanına çok sık gidip gelmek.

Kapı yoldaşı: Herhangi bir yerde aynı hizmette bulananlardan her biri.

Kapıyı açmak: 1. Başlama. 2. Bir işte birilerine örnek olmak.

Karaborsa: Piyasada olmayan malın gizlice, el altından yüksek fiyatla alınıp satılması.

Kara cahil: Hiçbir şey bilmeyen, çok bilgisiz.

Kara çalı: İki kişi, iki dost arasına girerek arayı bozan kimse.

Kara çalmak: Birine iftira etmek, leke sürmek, haksız yere suçlamak.

Kara gün: Sıkıntılı, üzüntülü, büyük bir yasa düşülen gün.

Kara gün dostu: Yalnız iyi günlerde değil sıkıntılı, üzücü, düşkünlük günlerinde de insanın yardımına koşan, dostunu yalnız bırakmayan kimse.

Kara haber: Ölüm veya felâket haberi, çok üzücü haber.

Karalar bağlamak (giymek): Bir felâket dolayısıyla yas tutmak, siyah elbise giymek ya da siyah örtü bağlamak.

Kara liste: Zararlı görülüp cezalandırılmaları, öldürülmeleri düşünülen kimseler hakkında tutulan liste.

Karaman`ın koyunu sonra çıkar oyunu: “Dış görünüşe aldanmamalı, bir kişi ya da iş olağan görünebilir, ancak altından neler çıkabileceği hiç belli olmaz, o sonra görünür.” anlamında kullanılır.

Karar kılmak: Dönüp dolaşıp o şeyin üstünde durmak, onu tercih etmek, birçok şeyi deneyip onu seçmek.

Karda gezip izini belli etmemek: Kimsenin sezemeyeceği biçimde gizli bir iş çevirmek, uygunsuz işler yapmak.

Kargacık burgacık: Eğri büğrü, kötü, okunması güç, çarpık, düzensiz (yazı).

Kardeş payı yapmak: Eşit oranlarda bölmek, taksim etmek, paylaştırmak.

Karga tulumba etmek: Birkaç kişi, birini kollarından bacaklarından tutup havaya kaldırmak.

Karınca duası gibi: Çok küçük, sık ve okunaksız, birbirine girmiş (yazı).

Karınca yuvası gibi kaynamak: Çok kalabalık ve hareketli olmak (bir yer).

Karınca kararınca: Az, önemsiz ve küçük de olsa, gücü yettiği kadar, elinden geldiğince.

Karman çorman: Karmakarışık, çok karışık, düzensiz, alt üst olup birbirine girmiş.

Karnı geniş: Hiçbir şeyi tasa etmeyen, titizlenmeyen, gamsız, umarsız.

Karnı karnına geçmek: Çok acıkmak, çok zayıflamış olmak.

Karnım tok: “O sözlerine kanmıyorum, önem vermiyorum” anlamında kullanılır.

Karnı tok sırtı pek: Geçimi iyi, hâli vakti yerinde, para sıkıntısı olmayan, birinin yardımına ihtiyaç duymayan (kimse).”Herkesin karnı tok sırtı pek olacaktır, bize güvenin!”

Karnı zil çalmak: Çok acıkmış olmak.

Karşı çıkmak: 1. Gelenleri karşılamak üzere yola ya da kapı önüne çıkmak. 2. İleri sürülen fikrin, tutulan yolun yanlış olduğunu söylemek

Karşı durmak: Bir güce boyun eğmemek, direnmek.

Karşı koymak: Engel olmaya çalışmak, direnmek, güç kullanarak dayanmak, boyun eğmemek.

Kasıp kavurmak: 1. Bir afet çok zarar vermek, mahvetmek. 2. Baskı yaparak, kıyıcı davranışlarda bulunarak bir topluluğu ezmek; zulmetmek, ortalığı korku ve dehşet içinde bırakmak.

Kaş göz etmek: Kaş ve göz hareketleriyle bir işaret vermeye, istediğini bu yolla anlatmaya çalışmak.

Kaşıkla yedirip, sapıyla göz çıkarmak: Bir iyilik yaptıktan sonra, bu iyiliği hiçe indirecek bir kötülük yapmak.

Kaşla göz arasında: Çok çabuk, kimsenin sezmesine fırsat vermeyecek kadar az bir zaman içinde.

Kaşlarını çatmak: Kızgın, öfkeli ve sinirli olduğunu kaşlarını birbirine yaklaştırarak göstermeye çalışmak.

Kaş yapayım derken göz çıkarmak: İşi düzelteyim, bir iyilik yapayım derken büsbütün bozmak ve büyük bir zarar vermek.

Katı yürekli: Acımasız, merhametsiz, acı veren şeylere aldırmayan.

Kayıtsız kalmak: Umursamamak, önem vermemek, ilgi göstermemek.

Kazan kaldırmak: Yönetime karşı topluca karşı gelmek, baş kaldırmak.

Kazık yutmuş gibi: Dimdik (duran, oturan, yürüyen).

Kazın ayağı öyle değil: “Durum, mesele senin sandığın gibi değil” anlamında kullanılır.

Keçileri kaçırmak: Düşünme yeteneğini kaybetmek, aklını oynatmak, delirmek, bunalım içinde olmak,

Kedi ciğere bakar gibi (bakmak): İmrenerek, iştahla, ele geçirme isteği ile bakmak.

Kedi gibi dört ayak üstüne düşmek: En zor, en tehlikeli durumdan zarar görmeden kurtulmak.

Kedi olalı bir fare tuttu: İlk defa, neden sonra kendisinden beklenen bir iş yapabildi.

Kefeni yırtmak: Ağır bir hasta ölüm tehlikesini atlamak.

Kel başa şimşir tarak: Pek çok ihtiyaç giderilmeyi beklerken gereksiz özenti ve gösterişi belirtmek için kullanılır.

Keli görünmek: Bir kabahati, kusuru ortaya çıkmak.

Kel kâhya: Bilgisi olsun olmasın her işe karışan, burnunu sokan.

Kelle götürür gibi: Gerekli olmayan bir acelecilikle, bir şey ulaştıracakmış gibi çok hızlı koşarak.

Kelleyi koltuğuna almak: Ölümü göze alarak bir işe kalkışmak.

Kemerleri sıkmak: Tutumlu davranmak, açlığa ve susuzluğa katlanmak.

Kem küm etmek: Anlatmak istediğini açık seçik ifade edememek, bir soru karşısında bocalayıp cevap bulamayarak anlamsız sözler söylemek.

Kendi hâlinde: Sessiz, hiçbir şeye karışmayan, karışmak istemeyen, sakin (kimse).

Kendi göbeğini kendi kesmek: İstediği yardım gelmeyince kendi işini kendi yapmak durumunda kalmak.

Kendi kendine gelin güvey olmak: Başkalarının ne diyeceğini hesaba katmadan, bir işi sadece kendi başına tasarlayıp olmuş sayarak sevinmek.

Kendi kendini yemek: İstediği iş olmadı diye gizli gizli üzülmek, kaygı duymak.

Kendinden geçmek: 1. Kendini kaybetmek, bayılmak, bilinci işlemez olmak. 2. Sevindirici bir olay karşısında coşkuya kapılmak, duygulanmak.

Kendinden pay (paha) biçmek: Bir durumu kendi durumu ile ölçüştürmek.

Kendine gelmek: 1. Sarhoşluktan, bayıldıktan sonra ayılmak. 2. Aklı başına gelmek. 3. Bozuk olan durumu düzelmek.

Kendine yedirememek: Yapılan bir işi onur kırıcı görüp, kişiliğine dokunmuş sayarak tepki göstermek; kendisinin başkasına yapması söz konusu olan işi, kişiliği için uygun görmeyip yapmamak.

Kendine yontmak: Ortaya çıkan fırsattan yararlanıp başkalarını düşünmeyerek hep kendi çıkarını sağlayacak yönde hareket etmek.

Kendini ağır satmak: Kendisinden yapılması istenen işi, birçok ricadan, birçok ısrardan sonra yapmayı kabul etmek.
Kendini alamamak: İstemeyerek bir işi yapmak durumunda kalmak, yapmamayı edememek, kendini tutamayıp yapmak.

Kendini ateşe atmak: Bilerek zor ve tehlikeli bir işe girişmek.

Kendini bulmak: 1. İyi bir duruma kavuşmak. 2. Kişilik kazanıp olgunluğa erişmek. 3. Farkında olmadan bir yere ulaşmış olmak.

Kendini dev aynasında görmek: Kendisini olduğundan büyük bir adam sanmak; üstün, yetenekli, güçlü görmek.

Kendini dinlemek: 1. Önemsiz, küçük rahatsızlıkları büyütmek; hastalık kuruntusu içinde bulunmak. 2. Yalnız, sakin kalmak.

Kendini göstermek: 1. Ortaya çıkmak, belirmek. 2. Beğenilecek, takdir edilecek niteliklerini ortaya koymak; gücünü göstermek.

Kendini kaptırmak: Bir şeyin etkisinden kendini kurtaramamak.

Kendini kaybetmek: 1. Düşüp bayılmak. 2. Kızgınlık, öfke yüzünden ne yaptığını bilmeyecek hâle gelmek.

Kendini toplamak: 1. Kötü, bozuk olan durumunu düzeltmek. 2. Bir konu üzerinde dikkatini yoğunlaştırmak. 3. Şişmanlamak.

Kendini tutamamak: Bir durum karşısında sessiz ve heyecana kapılmadan durmayı başaramamak, kendine hâkim olamamak.

Kendini vermek: Bir şeye bütün varlığıyla bağlanmak, başka şeylerle ilgisini kesip yalnızca onunla ilgilenmek, bir şeyi tüm gücüyle yapmaya çalışmak.

Kendi payıma: “Bana gelince, bana kalırsa, fikrime göre, bana sorarsanız” anlamlarında kullanılır.

Kendi yağıyla kavrulmak: Elindekiyle yetinmeye, kimseye muhtaç olmadan yaşamaya çalışmak; ihtiyaçlarını kendi karşılayarak kimseden yardım istememek

Kene gibi yapışmak: Yakasını bir türlü bırakmamak; istenmediği hâlde, çıkar sağladığı için birinin peşini bırakmamak.

Kesenin ağzını açmak: Bol para harcamaya başlamak.

Keyfinin kâhyası (olmamak): Birisine karışmaya hakkı olmamak, istediği gibi yaşamasına engel olmamak.

Keyif çatmak: Neşeli olmak, hoş ve eğlenceli zaman geçirmek.

Keyif ehli: Rahatına düşkün kimse, zevkinden bol bol yararlanan.

Kılı kırk yarmak: Titizlenmek, çok dikkat ederek en ince ayrıntılarına kadar incelemek, önemle üstünde durmak.

Kılına dokunmamak: Bir kimseye, zarar verebilecek en ufak davranıştan bile kaçınmak.

Kılını bile kıpırdatmamak (veya oynatmamak): Bir durum karşısında en küçük bir tepki bile göstermemek, ilgisiz kalmak, harekete geçmemek.

Kıl payı (kalmak): Çok az, az bir fark (kalmak).

Kıran girmek: 1. Daha önce bulunan şey bulunmaz olmak. 2. Hayvanlar ya da insanlar arasında öldürücü bir hastalık yayılmak.

Kırık dökük: 1. Eski çürük, sağlam olmayan, değersiz (şey). 2. Düzgün olmayan, parça parça, dağınık (söz).

Kırıp geçirmek: 1. Yakıp yıkarak, baskı yaparak, öldürerek büyük zarar vermek. 2. Çok sert davranarak darıltmak. 3. Garip olan söz ve davranışlarıyla herkesi güldürmekten katıltmak.

Kırk dereden su getirmek: Birini kandırmak için çok dolambaçlı gerekçeler ileri sürmek, ikna edebilmek için çok uğraşmak.

Kırklara kırışmak: Bir kimse artık ortalıkta görünmez olmak.

Kırk tarakta bezi bulunmak: Birbirinden farklı birçok işle uğraşmak, birçok ilişkisi bulunmak, gizli ilişkileri olmak.

Kısmeti açılmak: 1. Kazancı artıp bolluğa erişmek. 2. Bir kızı isteyenlerin çoğalması.

Kısmetini (nimetini) ayağıyla tepmek: Kavuşacağı iyi bir durumu, kıymetini bilmeyerek reddetmek; istememek, değerlendirememek.

Kıssadan hisse almak: Bir olaydan, anlatılan bir hikâyeden ders almak.

Kıt kanaat (geçinmek): Yoksulluk içinde, zar zor ve güçlükle (geçinmek).

Kıvamına gelmek (bulmak): En uygun zamanında olmak, gerekli ve istenilen şartlar yerine gelmek, istenilen duruma gelmek.

Kıyamet kopmak: 1. Kıyamet günü gelmek. 2. Bir yerde çok gürültü ve patırtı kavga, telâş olmak.

Kızarıp bozarmak: Utanarak renkten renge girmek, kimi duyguların etkisiyle yüzünün rengi değişmek.

Kızıl (kızılca) kıyamet kopmak: Bir meselede büyük, aşırı, gürültülü bir kavgaya yol açmak; yüksek sesli tartışma başlatmak.

Kilit noktası: Bütün işlerin çözümlenmesi ona bağlı olan önemli unsur, üzerinde durulması gereken en önemli nokta, makam veya yer.

Kimseye eyvallah etmemek: Kimseden yardım ve iyilik beklememek, kimsenin minneti altına girmemek.

Kim vurduya gitmek: Bir kargaşa anında ve kalabalık arasında kimin tarafından vurulduğu veya dövüldüğü belli olmamak.

Kirişi kırmak: Kaçıp gitmek, bulunduğu yerden gizlice ve çabucak ayrılmak.

Kirli çamaşırlarını ortaya dökmek: Ayıp, suç ve kusurlarını, gizli kalmış yolsuzluklarını açığa çıkarmak; açıklamak, söylemek.

Kitaba el basmak: Elini kutsal kitap olan Kur`ân-ı Kerim üzerine koyarak yemin etmek.

Kitabına uydurmak: Kanunî olmayan bir işi kimi boşluklardan yararlanarak kanunî imiş gibi göstermek.

Kof çıkmak: İşe yaramadığı, sanıldığı gibi olmadığı, boş ve değersiz bir kişi olduğu anlaşılmak.

Kokusu çıkmak: Gizli yapılmış bir iş, daha sonra herkes tarafından bilinir olmaya başlamak.

Kolaçan etmek: Çevresini ya da kendisinden istenilen yeri dolaşıp ne var ne yok diye bakmak, olup biteni anlamak amacıyla dolaşmak.

Kol kanat olmak: Yardım etmek, gözetmek, bir kimseyi koruyuculuğu altına almak.

Koltukları kabarmak: Kendisine ya da yakınlarına yapılan övgüden ötürü kıvanç duyup büyüklenmek, böbürlenmek.

Kolu kanadı kırılmak: Çaresiz duruma düşmek, bir şey yapamaz hâle gelmek.

Korktuğu başına gelmek: Endişe duyduğu, kaygılandığı, olmasını istemediği şeyle karşı karşıya gelmek.

Koyun kaval dinler gibi: Düşünmeden, hiçbir şeyi anlamadan, ne denildiğini kavramadan dinlemek.

Kozunu paylaşmak: Aradaki anlaşmazlığı zora başvurarak, üstün olan güce dayandırarak çözümlemek, sona erdirmek.

Kök salmak: 1. Bir yere iyice, ayrılmamacasına yerleşmek. 2. İyice tutunmak, köklenmek, sağlamlaşmak, yayılmak.

Kök söktürmek: Uğraştırmak, güçlük çıkarmak, engel olmak.

Köküne kibrit suyu dökmek: Bir daha belirmeyecek, ortaya çıkmayacak biçimde yok etmek, ortadan kaldırmak.

Köprüleri atmak: Girişilen, başlanılan bir işten vazgeçmeye ya da geri dönmeye imkânı kalmayacak şekilde kesin bir davranış göstermek; ilişkileri bir daha kurulamayacak biçimde bozmak.

Kör değneğini beller gibi: Bir değişiklik, yenilik düşünmeden, hep aynı biçimde davrananların durumunu anlatmak için kullanılır.

Kör dövüşü: Sonuç alınamayacak ve birbirini engelleyecek biçimde, bir birinden habersiz düzensiz ve uyumsuz çabalama.

Kör kadı: Sözünü esirgemeyen; doğru bildiğini hatır gönül dinlemeden her yerde, herkesin yüzüne karşı söyleyen.

Köstek olmak: Engel olmak.

Körü körüne: Düşünüp taşınmadan, nasıl sonuçlanacağını hesaplamadan, dikkat etmeden.

Köşe bucak: Göze çarpmayan, önemsiz yer.

Kötüye kullanmak: Suiistimal etmek, yetkisini yanlış bir yolda kullanmak, istenilmeyen yolda yararlanmak.

Kraldan çok kralcı olmak: Birinin davasını ondan daha çok savunur olmak.

Kucak açmak: İhtiyaç sahibi birine sığınacak yer vermek, onu korumak.

Kumkumav gibi: Yapayalnız, tek başına.

Kulağı delik: Olup bitenleri çabuk haber alan, hemen her şeyden haberi olan.

Kulağı kirişte (olmak): Söylenecek sözü, gelecek haberi dikkatlice (beklemek).

Kulağına çalınmak: Bir söz, bir haber başkasına söylenirken kendisi de şöyle böyle duymak.

Kulağına kar suyu kaçmak: Rahatını bozan bir haber işitmek, sıkışık bir duruma düşmek.

Kulağına küpe olmak: Başına gelen bir işten, gördüğü olaydan ders alıp hiç unutmamak.

Kulağını açmak: Bütün dikkatini vererek dinlemek, söylenenlere dikkat etmek.

Kulağını bükmek: Dikkatli olması için uyarıda bulanmak.

Kulağını çekmek: 1. Uyarmak için hafif bir ceza vermek. 2. Ceza olarak kulağını büküp çekmek.
Kulak asmamak: Aldırıp önemsememek, dinlememek.

Kulak dolgunluğu: Duya duya elde edinilen yarı buçuk bilgi.

Kulak kabartmak: Çaktırmadan, belli etmemeye çalışarak dinlemek.”Dayanamayıp yanındakilerin konuşmalarına kulak kabarttı.”

Kulak kesilmek: Çok iyi, bütün dikkatini vererek dinlemek; dikkatini toplayarak duymaya çalışmak.”Ne konuştuklarını merak ediyordum, yanlarına yaklaşarak kulak kesildim.”

Kulaklarını çınlatmak: Birini iyi duygularla anmak.

Kul hakkı: İslâm dinine göre, insanların birbirleri üzerindeki hakları.”Öte dünyaya kul hakkıyla gitmem inşallah.”

Kul köle (veya kurban) olmak: Tam bir doğruluk içinde gönülden bağlanmak, bağlılığın gerektirdiği fedakârlığı yapmaya hazır olmak.

Kulp takmak: Bir kusur, bir bahane bulmak.

Kumpas kurmak: Birini aldatmak için tuzak kurmak, gizli bir iş düzenlemek.

Kundak sokmak: 1. Yangın çıkarmak için bir yere tutuşmuş yağlı bez parçası koymak. 2. Ara bozacak bir söz ya da davranışta bulunmak.

Kurban olayım: 1. Aşırı sevgi ve hayranlık anlatmak için kullanılır. 2. Yalvarmak için söylenir.

Kurşuna dizmek: Ölüm cezasını askerî bir birliğin attığı kurşunlarla yerine getirmek, sıkılan kurşunlarla öldürmek.

Kurtlarını dökmek: Öteden beri yapmak istediği şeyi bol bol yapıp hevesini almak.

Kurt masalı okumak: İnandırıcı, gereksiz, asılsız sözler (söylemek).

Kuru iftira: Hiçbir kanıtı olmayan suçlama.

Kuru kalabalık: 1. Yararsız kırık dökük eşya. 2. Hiçbir işe yaramayan insan topluluğu.

Kuru kuruya: Boşuna, boş yere.

Kuru sıkı: 1. Korkutmak amacıyla söylenen sözler, blöf. 2. Yalnız barutla sıkılanmış tüfek veya fişek dolgusu.

Kuş beyinli: Akılsız, aptal, ahmak.

Kuş kadar canı olmak: Küçük, cılız, zayıf, çelimsiz bir vücuda sahip olmak.

Kuş sütüyle beslemek: En pahalı, değerli az bulunur besinlerle yiyip içirmek.

Kuş uçmaz, kervan geçmez: Çok ıssız, sapa, kır, insanın uğramadığı yer.

Kuş uçurmamak: Hiç kimsenin geçmesine, kaçmasına izin vermemek; imkân tanımamak, bunun için çok dikkatli davranmak.

Kuvvetten düşmek (kesilmek): Gücü iyice azalmak.

Kuyruğuna basmak: Birini tahrik etmek, incitip saldırmasına yol açmak.

Kuyruklu yalan: İnsanın kanması için süslenmiş büyük yalan.

Kuyruk sallamak: Yaltaklanmak, birisine yaranmak için yapmacık davranışlarda bulunup şirin görünmeye çalışmak.

Kuyusunu kazmak: Birinin kötü duruma düşmesi, felâkete uğraması, zarar görmesini sağlamak için zemin hazırlamak, tuzak kurmak.

Küçük dilini yutmak: Çok şaşmak, hayrete düşmek, donakalmak, hiçbir şey söyleyemez hâle gelmek.

Küçük düşürmek: Onurunu kırmak, birilerinin yanında itibarını sarsmak ve değerini düşürmek.

Küçük görmek: Önemsememek, değer vermemek.

Külâhıma anlat: “Söylediklerin hiç de inandırıcı değil, sana inanmıyorum” anlamında kullanılır.

Külâhını ters giydirmek: Çok kurnaz olmak; oyuna getirmek, kendisine iyi davranmayanları bir hile ile yaptıklarına pişman etmek.

Külâhları değişmek: “Araları bozulmak, bozuşmak” anlamında tehdit olarak kullanılır.

Kül kedisi: 1. Çok üşüyen, ateşin yanından ayrılmayan (kimse). 2. Uyuşuk, miskin, rahatına düşkün, tembel.

Kül kesilmek: Heyecan ve korkudan yüzünün rengi atmak, solmak.

Kül olmak: 1. Bir şey bütünüyle yanmak. 2. Varını yoğunu yitirmek, elinde bulunanlar yok olmak. 3. Büyük bir felâkete uğrayıp çok üzülmek.

Külünü (göğe) savurmak: Bir şeyi tamamiyle bitirip yok etmek, harcayıp tüketmek, telef edip bir şey bırakmamak.

Kül yutmamak: Oyuna gelmemek, tuzağa düşmemek, kurnazca yapılan bir hileye aldanmamak.

Künyesi bozuk: Eskiden kötü durumları görülmüş olan, kötü işlere girmiş bulunan.

Küplere binmek: Haddinden fazla öfkelenme, kızmak, sağa sola ateş saçmak.

Küpünü doldurmak: Eline geçen fırsatları değerlendirerek çok para biriktirmek.

Kürek kadar (pabuç kadar) dili olmak: Hemen her söze cevap yetiştirmek, büyüklerine karşı saygısızca karşılıklar verir olmak.
 

“L” Harfiyle Başlayan Deyimler

Laçka olmak: 1. Herhangi bir iş gevşek ve düzensiz yürütülmek. 2. Mil ya da vida gibi makine bölümleri eskiyip aşınarak işe yaramaz hâle gelmek.

Lafa boğmak: Birinin söz söylemesine fırsat vermeyip meseleyi gereksiz ve boş sözlerle anlaşılmaz kılmak, gürültüye getirip uzatmak.

Laf (söz) altında kalmamak: Bir münakaşa sırasında söylenen her dokunaklı söze karşılık vermek, söz altında ezilmemek.

Laf (söz) aramızda: “Söyleyeceğim sözleri başka biri duymasın, bilmesin, konuştuklarımız aramızda kalsın” anlamında kullanılır.

Laf atmak: 1. Dokunaklı sözlerle sataşmak, uzaktan işittirmek. 2. Karşılıklı söyleşmek, konuşmak. 3. Sözle sarkıntılık etmek.

Lafa tutmak: Birini konuşarak, gereksiz meseleler anlatarak işinden alıkoymak.

Laf ebesi: Söyleyecek sözü bol olan, her söze karışan, herkese söz yetiştiren, çok konuşan.

Laf etmek: 1. Konuşmak. 2. Bir şeyi dedikodu konusu yapmak.

Lafı (sözü) ağzına tıkamak: Birinin sözünü bitirmesine fırsat vermemek, onu susmak zorunda bırakmak, konuşmasını önlemek.

Lafı (sözü) ağzında gevelemek: Söylemek istediğini açık olarak bir türlü söyleyememek, şundan bundan bahsetmek.

Lafı ağzında kalmak: Söyleyeceğini söylemeye zaman bulamamak, konuşmasını bitirememek.

Lafı (sözü) çevirmek: Konuşmasının sakıncalı bir biçim aldığını fark edince söze başka bir yön vermek, başka konuya geçmek.
Lafını (sözünü) etmek: Bir şey üzerinde konuşmak.

Lafını (sözünü) bilmek: Tutarlı ve mantıklı konuşmak, sakıncalı olmayan ve birini kırmayan sözler söylemek, saygılı ve yerinde konuşmak.

Laf işitmek: Birisi tarafından paylanmak, azarlanmak,

Laf olsun diye: Rastgele, belli bir amaç gütmeden.

Laf (söz) taşımak: Aralarını açmak maksadıyla birinin bir kimse hakkında söylediği hoş olmayan sözlerini o kimseye ulaştırmak, söz getirip götürmek.

Laf (söz) yetiştirmek: Bir söze karşılık vermekte gecikmemek, durmadan konuşmak.

Laf (söz) yok: “Kusursuz, eksiksiz, eleştirilecek bir yanı dahi yok” anlamında kullanılır.,

Lâhavle çekmek: Sıkıntıyı, öfkeyi gidermek, sabır telkin etmek için “Lâhavle” ile başlayan duayı okumak.

Lamı cimi yok: “Hiçbir bahane, itiraz, mazeret, duraksama, karşı gelme yok” anlamında kullanılır.

Lastikli söz: Değişik mânâlara gelen söz.

Leb demeden leblebiyi anlamak: Daha sözün başında ne demek istediğini anlamak, anlayışlı ve kavrayışlı olmak.

Leke sürmek: Suç yüklemek, birinin onurunu sarsacak biçimde iftirada bulunmak.

Leşini çıkarmak: Çok feci dövmek.

Leşini sermek: Öldürmek.

Leyleğin yuvadan attığı yavru: Yakınlarından ilgi görmeyen, çevresinin uzaklaştırdığı kimse.

Lokma ağzında büyümek: Herhangi bir sebepten, acı ya da üzüntüden dolayı lokmasını yutamamak, yiyememek.

Lokmasını saymak: Birinin ne kadar yediğine bakmak, çok yiyeceğinden korkmak.

Lök gibi oturmak: Bir yere bütün ağırlığıyla çökmek, oturup kalmak.

Lügat paralamak: Anlaşılmaz, süslü, parlak, ağdalı, konuşma dilinde geçmeyen kelimelerle konuşmak.

Lüpe konmak: Değerli bir şeyi bedavadan, emek sarf etmeden ele geçirmek.

 

“M” Harfiyle Başlayan Deyimler

Maaşa geçmek: Aylığa geçmek, çalıştığı yerden ücret almaya başlamak.

Madalyanın ters (öteki) yüzü: Olumlu bir olay, iş ya da durumun düşünülmesi, hesaba katılması gereken olumsuz yönü.

Madik atmak: Hile, düzen ve oyunla aldatmak; dolap çevirmek.

Mahalle karısı: Kaba, terbiyesiz, görgüsüz, kavgacı kadın.

Mahalleyi ayağa kaldırmak: Bağırıp çağırarak, gürültü kopararak konu komşuyu rahatsız etmek, telâşlandırmak.

Mahkemelik olmak: Kavga veya anlaşmazlık sonucu mahkemeye düşmek.

Mahşer midillisi: Kısa boylu, fitneci kimse.

Mahşer gibi: Çok kalabalık.

Makaraları koyuvermek: Kendini tutamayıp kahkahayla gülmeye başlamak, uzun uzun gülmek.

Makas almak: Birinin yanağını orta parmakla gösterme parmağı arasında sıkmak.

Mal bulmuş mağribi gibi: Büyük bir zenginliğe kavuşmuşçasına büyük sevinç ve coşku ile.

Mal etmek: 1. Bir malı hakkı olmadığı hâlde kendisininmiş gibi göstermek veya saymak. 2. Bir mala, bir değer karşılığında sahip olmak.

Malın gözü: 1. Aşağılık ve düzenci kimse. 2. İffetsiz. 3. İyi mal.

Mânâ çıkarmak: Yanlış bir yargıya varmak, bir söz ya da hareketten kendine göre bir anlam çıkarmak.

Mânâ vermek: Kendine göre bir yargıya varmak, yorumlamak.

Maneviyatı bozulmak: Moral gücü sarsılmak, kendine güveni yitirmek, kendini güçsüz ve dirençsiz hissetmek.

Mantar gibi yerden bitmek: Birdenbire ya da kendiliğinden ortaya çıkmak.

Maraza çıkarmak: Anlaşmazlığa yol açacak işler yapmak, kavgaya yol açmak.

Martaval atmak: İnanılmayacak şeyler uydurmak, yalan söylemek.

Mart içeri pire dışarı: Birbirinden hoşlanmayan iki kişiden biri gelince ötekinin dışarı çıkışını anlatmak için kullanılır.

Masal okumak: İnandırıcı olmayan, oyalayıcı ve avutucu sözler söylemek.

Maskara olmak: Gülünç hâllere düşmek, alay konusu olmak.

Maskesi düşmek: Gerçek yüzü, kimliği, niteliği ortaya çıkmak.

Masrafa girmek: Çok para harcamak.

Masrafı çekmek: Bir iş için gereken parayı ödemek, gideri karşılamak.

Maşallahı var: Bir şey ya da kimsenin iyi durumda olduğunu anlatmak için kullanılır.

Maşası olmak: Sakıncalı bir işte, biri tarafından araç olarak kullanılmak.

Mat etmek: 1. Satranç oyununda yenmek. 2. Bir tartışmada, karşı tarafı söz söyleyemeyecek duruma getirmek.

Matrak geçmek: Alay etmek, karşısındakiyle eğlenmek, dalga geçmek.

Maval okumak: Tutarlı, inandırıcı olmayan, yalan sözler söylemek.

Mayası bozuk: Karaktersiz, kötü yaradılışlı, aşağılık (kişi).

Maymun iştahlı: Kararsız, hevesi çabuk geçen; bugün şunu yarın ötekini beğenen.

Mekik dokumak: İki yer arasında durmadan gidip gelmek.

Mendil açmak: Dilenmek.

Merak etmek: 1. Kaygılanmak. 2. Öğrenmek, anlamak isteği taşımak.

Merhabası olmak: Birisiyle selâmlaşacak kadar tanışıklığı, yakınlığı bulunmak.

Merhabayı kesmek: Biriyle ilgiyi kesmek, arkadaşlığa son vermek.

Mesele çıkarmak: Üzüntü verecek, içinden zor çıkılacak, bir anlaşmazlığa sebep olacak bir durum oluşturmak.

Mesken tutmak: Yerleşmek.

Meteliğe kurşun atmak: Parasız pulsuz kalmak, hiç parası olmamak.

Metelik vermemek: Değer vermemek, umursamamak, aldırış etmemek.

Mevki sahibi olmak: Yüksek bir görevde, bir işte önemli bir aşamada bulunmak.

Meydana çıkmak: 1. Görünmek. 2. Belli olmak. 3. Yetişmek, büyümek, olmak.

Meydana gelmek: 1. Olmak, oluşmak, vücut bulmak. 2. Ortaya çıkmak.

Meydanı boş bulmak: Kendisine mâni olacak kimse bulunmadığı için aşırı davranışlarda bulunmak, bir şeyden çekinmemek.

Meydan okumak: Kavga ya da yarışmaya çağırmak, korkmadığını ve çekinmediğini açıkça bildirmek.

Meydan vermemek: Olumsuz bir olay ya da durumun gerçekleşmesine imkân ve zaman vermemek, engel olmak.

Mezhebi geniş: Namus konusunda gerekli olan titizliği göstermeyen, kadın-erkek ilişkilerinde dini kaidelere aldırış etmeyen, iffetsizliğe meydan veren, geniş davranan.

Mezar kaçkını: Çok zayıf, bitkin, güçsüz düşmüş kişi.

Mırın kırın etmek: Bir isteği yerine getirmemek için çeşitli bahaneler ileri sürüp nazlanmak.

Mızıkçılık etmek: Bir oyunu ya da birlikte yapılan bir işi çeşitli bahaneler ileri sürerek bozmaya çalışmak, razı olmamak.

Mide bulandırmak: 1. Kusacak bir duruma getirmek. 2. Kuşkulandırmak.

Midesi bulanmak: 1. Kusacak gibi olmak. 2. İğrenmek, tiksinmek. 3. Kuşkulanmak.

Mideye oturmak: Yenilen bir şeyin sindirim zorluğu vermesi.

Mihenk (taşı): Birinin değerini, ahlâkını anlamaya yarayan ölçüt.

Mim koymak: 1. (Bir şey) unutulmaması için işaret koymak. 2. Önemli bularak üstünde durmak, dikkate almak, önemli şeyler arasında saymak.

Minnet etmek: Boyun eğmek, yalvarmak.

Moda olmak: Yaygın duruma gelmek, gözde olmak, beğenilir ve arzu edilir olduğu için yapılır olmak.

Modası geçmek: Yaygın olmaktan çıkmak, önemini yitirmek.

Mola vermek: Bir süre ara vermek; uzun süren yolculuğun, çalışmanın, yürüyüşün yorucu etkisini atmak için bir süre dinlenmek.

Muhallebi çocuğu: Nazlı, el bebek gül bebek büyütülmüş, dayanıksız, narin kimse.

Mukabelede bulunmak: Karşılık vermek.

Mumla aramak: Çok istek ve özlemle aramak.

Mum (gibi) olmak: 1. Yaramazlığı, hırçınlığı, uyumsuzluğu bırakıp yola gelmek. 2. Razı olmak.

Muradına ermek: Dileği gerçekleşmek, çok istediği şeye kavuşmak.

Mümkün mertebe: Olabildiğince, yapabildiği kadar.

Mürekkebi kurumadan: Bir şeyin yazılmasından çok kısa bir süre sonra.

Mürekkebi kurumadan bozmak: Bir kararı, sözleşmeyi, anlaşmayı yazılmasından kısa bir süre sonra bozmak.

Mürekkep yalamış: Az çok öğrenim görmüş, okuyup yazmış, belli bir kültüre sahip olmuş kimse.

Mürüvvetini görmek (anne, baba için): 1. Özellikle evlâdının evlendiğini, çoluk çocuk sahibi olduğunu görmek. 2. Çocuklarının sevinçli günlerini görerek mutluluk duymak.

Müslüman adam: Hak yemeyen, doğruluktan ayrılmayan, İslâm`ın emirlerine uyan kimse.

“N” Harfiyle Başlayan Deyimler

Na (nah) kafa: “Akılsız, düşüncesiz, kavrayışsız” anlamında alay yollu söylenir.

Nabza göre şerbet vermek: Birinin hoşuna gidecek, eğilimlerine cevap verecek biçimde davranmak.

Nabzını yoklamak: Eğilimini, niyetini, düşüncelerini, arzularını anlamaya çalışmak.

Nalıncı keseri gibi kendine yontmak: Hemen her işte kendi çıkarını düşünerek hareket etmek.

Nam almak: Tanınmak, ünü her yerde duyulmak.

Namus belâsı: Namusunu, şerefini, itibarını korumak için katlanılan sıkıntılı durum, kabullenilen zarar ziyan.

Nane molla: 1. Dirençsiz, güçsüz kimse. 2. Çok sık hastalanan, sağlıksız kimse. 3. Üşengeç, bir iş yapmaktan kaçınan.

Nara atmak: Yüksek bir sesle haykırmak, kabadayıca bağırmak.

Nato kafa nato mermer: “Söz anlamaz, söz dinlemez taş gibi kafa” anlamında kullanılır.

Naza çekmek: Kendini ağır satmak, bir isteği yerine getirmekte yapmacıklı davranışlarla isteksiz gibi davranmak.

Nazı geçmek: İstediklerini yaptıracak kadar hatırı sayılır olmak.

Ne akar ne kokar: Kimseye ne faydası ne de zararı dokunan pısırık, çekingen kimseler için kullanılır.

Ne çare: Çaresi yok, elden bir şey gelmez.

Ne çıkar: 1. Ne zararı var? 2. Bir sonuç vermez. 3. Ne fayda, ne zarar umulur.

Neden sonra: Bir süre geçince, her şey olup bittikten sonra, çok zaman sonra.

Ne de olsa: Ne denli eksiği, kusuru olursa olsun; böyle olmakla birlikte.

Ne dese beğenirsin?: “Nasıl, beklenmeyen bir söz söyledi biliyor musun?” anlamında kullanılır.

Ne fayda: Artık neye yarar.

Nefes aldırmamak: Dinlenmesine fırsat vermemek, sıkıştırmak, rahat bırakmamak.

Nefesi kesilmek (tıkanmak): Güç soluk alacak duruma gelmek veya soluğu büsbütün durmak.

Nefes nefese gelmek: Koşarak, sık sık soluyarak, heyecanlı ve yorulmuş bir şekilde (gelmek).

Nefes tüketmek: Bir şeyi anlatmaktan çok yorulmak.

Nefsine yedirememek: Kendine yakıştıramamak, o şeyi yapmayı kendisi için onur kırıcı, ağır bulmak.

Nefsini körletmek: Birtakım yollarla iştah duygusunu dindirmek.

Ne güne duruyor?: “Şimdi yapmazsa, ne zaman yapacak” anlamında kullanılır.

Nefsini yenmek: Arzularının, ihtiraslarının önüne geçebilmek.

Ne günlere kaldık!: “Eskiden daha iyiydi, zaman değişti, düzen ve usuller başkalaştı, çok kötü günler geçiriyoruz” anlamında kullanılır.

Ne hâli varsa görsün!: Uyarılara, öğütlere kulak asmayan insanlar için “ne yaparsa yapsın, beni ilgilendirmiyor” anlamında kullanılır.

Ne idiği belirsiz: Ne olduğu, niteliği, soyu sopu, nereli olduğu bilinmeyen.

Ne mal olduğunu anlamak: Asıl niteliğini, işe yaramaz oluşunu, kötü niyet beslediğini anlamak.

Ne mene: Ne türlü, nasıl, ne çeşit?

Ne od var ne ocak: Aşırı yoksulluğu, geçim darlığını anlatmak için kullanılır.

Ne oldum delisi olmak: Beklemediği bir duruma yükselip şımarmak, ölçüsüz hareketler yapmak.

Ne olur: “Yalvarırım, rica ederim, lütfen” anlamında kullanılır.

Ne olur ne olmaz: Her ihtimale karşı, ne olacağı belli değil.

Ne pahasına olursa olsun: Her türlü sıkıntı ve tehlikeyi göze alarak, ne kadar büyük fedakârlık isterse istesin.

Nerede akşam orada sabah: “Gece kalacağı bir yeri yok, neresi rast gelirse orada kalıp yatar” anlamında kullanılır.

Nereden nereye: 1. Uzak, dolaylı bir ilişki ile. 2. Şaşılacak şey, olacak gibi değil!

Ne şiş yansın ne kebap: “İki taraf da korunsun, gücendirilmesin, ikisinin de zarar görmeyeceği bir yol bulunsun” anlamında kullanılır.

Ne tadı var ne tuzu: Hoşa gidecek, zevk alınacak, beğenilecek bir şey değil.

Nevri dönmek: Çok öfkelenmek, sinirlenip kızmak ve bu sebeple rengi değişmek.

Ne yardan geçer ne serden: İstediği şey fedakârlığı gerektirdiği hâlde, fedakârlığa yanaşmayan ama istediğinden de vazgeçmeyen kimseler için kullanılır.

Ne yer ne yedirir: Kimsenin yararlanmasını istemez, kendi de yararlanmaz.

Neye uğradığını bilememek: Beklenmedik bir durumla karşılaşıp hiçbir şey yapamamak, şaşırıp kalmak.

Niyet etmek: Bir şeyi yapmayı zihninde tasarlamak, düşünmek.

Niyeti bozuk: Kötü bir davranışta bulunması beklenen, kötülük düşündüğü sezilen.

Noktası noktasına: Tastamam, eksiksiz, tamamen, birbiriyle tıpatıp aynı.

Not düşmek: Yazılı metnin bulunduğu sayfanın bir köşesine, konuyla ilgili birkaç cümle yazmak.

Notunu vermek: Kıymetini tespit etmek, ne nitelikte bir kişi olduğu konusunda kanıya varmak.

Nuh der peygamber demez: Son derece inatçıdır, düşüncelerini bir türlü değiştirmez, söylediklerinde ve inançlarında direnir.

Nuh Nebi`den kalma: Çok eski modası geçmiş, köhnemiş (eşya, bina).

Numara yapmak: Bir hareketi yalandan yapmak, bir şeyi gerçekmiş gibi söyleyerek karşısındakini aldatmak.

Nur topu: Gürbüz, sağlıklı, çok güzel ve temiz çocuklar için söylenir.

Nutku tutulmak: Korkudan, üzüntüden, heyecandan konuşamaz olmak.

“O” Harfiyle Başlayan Deyimler

Ocağı kör kalmak: Soyunu sürdürecek çocuğu bulanmamak, soyu tükenmiş olmak.

Ocağına düşmek: Birine yardım etmesi için yalvarmak, koruması için sığınmak.

Ocağına incir dikmek: Birinin evini barkını dağıtmak, düzenini alt üst etmek, yuvasını yıkıp toparlanamaz hâle getirmek.

Ocağını söndürmek: Ailenin dağılmasına sebep olmak, çoluk çocuğunu yok etmek.

Oğul balı: 1. Evlât, evlâdın ana babaya yansıyan geliri. 2. Oğul arılarının yaptığı bal.

Oğul vermek: Oğul arılarının bir bölüğü kovandan ayrılıp başka bir kovana gitmek, yeni bir oğul arısı topluluğu meydana getirmek.

Okkalı kahve: Bol kahve ile yapılmış ve büyük fincana konmuş kahve.

Okka çekmek: Hacminden daha fazla ağır gelmek.

Okkanın altına girmek: Haksız yere eziyet çekmek, zarar ve ceza görmek.

Ok yaydan çıkmak: Geri dönülemeyecek bir iş yapmak, söz söylemek ya da bir harekette bulunmak.

Ola ki…: Belki olur ya, olabilir ki…

Olan biten: Olup geçenler, olanların hepsi, meydana gelenler.

Oldu bittiye getirmek: Emrivaki yapmak, geri dönülmesi güç ve imkânsız bir durum oluşturmak.

Oldum bittim (veya oldum olası): Başından beri, öteden beri, ilk zamandan beri, kendimi bildiğimden beri.

Oldu olacak kırıldı nacak: “Olanlar oldu, iş işten geçti, olanlar geri dönülemeyecek bir durum aldı, bunu kabul etmek gerek” anlamında kullanılır.

Olmayacak duaya amin demek: Sonuç vermeyecek bir işle uğraşmak ya da buna destek vermek.

Olur olmaz: 1. Meydana gelmesinden hemen sonra. 2. Rast gele, sıradan. 3. Gerekli gereksiz, yerli yersiz, önemli önemsiz durumu gözetilmeden yapılan (iş) ya da söylenen (söz).

Oluruna bırakmak: Bir işin yapılabildiği, olabildiği kadarıyla yetinmek, müdahale etmeden bekleyip sonucuna ne olursa olsun razı olmak.

Omuz omuza: 1. Birbirine destek vererek, dayanışarak. 2. Yan yana, çok sıkışık.

Omuz silkmek: Aldırmamak, önem vermemek, benimsememek.

On parmağında on kara: İnsanlara leke sürmeyi, kara çalmayı, iftira atmayı huy edinmiş (kimse).

On parmağında on marifet: Çok hünerli, becerikli, ustalığı çok, elinden her iş gelir.

Onuruna dokunmak: Onurunu, haysiyetini incitmek.

Oralarda (oralı) olmamak: Anlamamış, sezmemiş gibi davranmak.

Ortada kalmak: 1. Yersiz yurtsuz kalmak, barınacak yer bulamamak. 2. İki şey arasında kalmak. 3. (Bir şeyi) kimse üzerine almamak.

Ortadan kalkmak: 1. Görünmez, bulunmaz olmak. 2. Yok olmak.

Ortadan kaybolmak: Nereye gittiği bilinmemek, sezdirmeden gitmek, görünmez hâle gelmek.

Orta hâlli: Ne zengin ne yoksul, ne iyi ne kötü, ne çirkin ne güzel.

Ortalığı birbirine katmak: Kargaşa çıkarmak, herkesi birbirine düşürmek.

Ortalık düzelmek: Tedirginlik kalmamak, toplum içindeki karışıklık yok olmak.

Ortalık karışmak: Kargaşa çıkmak, toplumda düzensizlik baş göstermek.

Orta malı: 1. Herkesin yararlandığı (şey). 2. Her isteyenle ilişkide bulunan.

Ortaya dökmek: 1. Gizli olan ne varsa açıklamak. 2. Çıkarıp göstermek.

O tarakta bezi olmamak: Bir şeyle, bir işle ilişiği bulunmamak, o şeyle ilgilenmemek.

Ot yoldurmak: Çok güçlük çıkarmak, zor bir iş gördürmek, çok uğraştırmak.

Oya koymak: Bir işin sonucunu belirlemek üzere oy verilmesini istemek, oylama yoluyla bir topluluğun görüşünü almak.

Oy birliği: Bir toplantıya katılan, bir meseleyi konuşan kimselerin aynı düşüncede olup aynı yönde oy kullanmaları.

Oyuna gelmek: Aldatılmak, tuzağa düşürülmek.

Oyunbozanlık etmek: Mızıkçılık etmek, birlikte yapılması gereken işten tek taraflı vazgeçmek.

Oyun etmek: Aldatmak, kurnazlıkla birini tuzağa düşürmek.

“Ö” Harfiyle Başlayan Deyimler

Öbür (öteki) dünya: Ahiret, insanların öldükten sonra gidecekleri ve ebedî olarak kalacakları âlem.

Öç almak: Yapılan bir kötülüğün acısını aynı derecede bir kötülük yaparak çıkarmak.

Ödü patlamak: Ani bir olay sebebiyle çok korkmak.

Öküzün altında buzağı aramak: Kimi sebepler, bahaneler uydurarak suç ve suçlu bulma çabasında olmak.

Öküz öldü, ortaklık bozuldu: Aradaki yakınlık dayanağı kalktı, yakınlık da kalmadı.

Ölçüyü kaçırmak: Uygun derecenin üstüne çıkmak, aşırı gitmek,

Ölme eşeğim ölme (yaza yonca bitecek): Umutsuz bir bekleyişi anlatmak için kullanılır.

Ölmek var, dönmek yok: “Neye mal olursa olsun, iş sonuna kadar götürülecektir, yapılmasından kaçınılmayacaktır” anlamında kullanılır.

Ölü fiyatına: Yok pahasına, değerinden çok ucuza, az bir para ile.

Ölü mevsim: İşin veya alışverişin az olduğu, durgun geçtiği zaman dilimi.

Ölüm Allah`ın emri: 1. Herkes ölecek, ölüm mukadderdir. 2. Kesin karar verme durumunda kullanılır.

Ölümü göze almak: Yaptığı iş uğruna ölmekten korkmamak, yürekli davranmak.

Ölümüne susamak: Yapmakta olduğu tehlikeli işte ölümü kendi üzerine çekecek davranışta bulunmak.

Ölüp ölüp dirilmek: 1. Çok ağır bir hastalıktan kurtulmak. 2. Ard arda gelen sıkıntılı, acı veren durumlara düşmek.

Ölür müsün, öldürür müsün?: “Öyle ters bir iş yaptı ki ona mı ceza vermeliyim kendime mi?” anlamında kullanılır.

Ömrü billah: Hiçbir zaman, ya da şimdiye kadar.

Ömrüne bereket: “Var ol, sağ ol, ömrün uzun olsun” anlamında kullanılır.

Ömrü vefa etmemek: Bir şeye kavuşamadan, bir sonuca ulaşamadan ölmek.

Ömür adam: Beğenilen, çok hoşa giden, değişik düşünceleri olan adam.

Ömür çürütmek: Uzun süre bir şey için emek vermiş olmak, ya da boşuna zaman harcamış olmak.

Ömür sürmek: İyi ve rahat yaşamış olmak.

Ömür törpüsü: İnsanı yıpratan, yoran, sıkıntıya sokan, uzun ve yorucu iş.

Ön ayak olmak: Bir işin yapılmasında ilk başlayan olup herkesi arkasından sürüklemek.

Öne düşmek: 1. Önderlik ya da kılavuzluk etmek. 2. En önde yürümek.

Önüne gelen: Olur olmaz kimse, herkes, karşısına çıkan.

Öpüp başına koymak: Bir şeyi minnetle karşılamak, seve seve kabul etmek.

Örtbas etmek: Kötü bir durumu gizlemek, yayılmasını önlemek.

Örümcek kafalı: Geri düşünceli, yenilikleri kolay kabul etmeyen (kimse).

Öteden beri: Oldukça uzun zamandan beri, eskiden beri.”Öteden beri sevmem ben onu.”

Ötesi çıkmaz sokak: “Takip edilen yol yanlıştır, bu yolla bir yere gidilemez, sonuç alınamaz, bir yere kadar gidilir ama daha fazla gidilemez” anlamında kullanılır.

Özenip bezenmek: Çok özen gösterip titizlikle, ayrıntılarına varıncaya değin ele almak.

Özrü kabahatinden büyük: Bir kabahat için özür dilerken daha büyük bir kabahat işleyen kimse için söylenir.

Özür dilemek: 1. Yaptığı bir yanlıştan ötürü affedilmesini istemek. 2. Özrünü ileri sürerek yapılması kendinden istenen işi yapmamak, bundan bağışlanmasını istemek.

Özü sözü bir: Düşünceleri, söyledikleri ve yaptıkları bir olan, ne düşünüyorsa onu söyleyen, içi dışı bir olan kimse.

“P” Harfiyle Başlayan Deyimler
Pabucu dama atılmak: Kendisinden üstün birinin çıkmasıyla gözden düşmek, değer ve itibarını kaybetmek.

Pabucunu ters giydirmek: Güç bir duruma düşürerek telâşlandırmak, bu telâşla kaçmasına sebep olmak.

Pabuç bırakmamak: Yılmamak, korkmayıp yapacağından vazgeçmemek.

Pabuç pahalı: Girişilen işin tehlikeli olduğunu anlatmak için kullanılır.

Paçaları sıvamak: Bir işi yapmak için hazırlanmak.

Paçası düşük: Giyimine, kılık kıyafetine pek dikkat etmeyen, sünepe.

Paçayı kaptırmak: 1. Yakalanmak, ele geçmek. 2. Giriştiği işten vazgeçmek istediği hâlde kendini kurtaramamak. 3. Dilediği gibi davranamamak.

Paçavrasını çıkarmak: Çok hırpalamak, sağlam yerini koymamak, işe yaramaz bir duruma getirmek.

Paçayı kurtarmak: Bir ilişkiden veya önce girişip sonra pişman olduğu bir işten yakasını sıyırmak.

Paha biçilmez: Çok pahalı, kıymeti ölçülemeyecek kadar yüksek.

Pahalıya mal olmak: Kolay elde edilememek; para, özveri ve emek gerektirmek; zarara ve sıkıntıya yol açmak.

Palas pandıras: Acele olarak, hazırlanmaya zaman bulamadan.

Palavra atmak: Abartarak söylemek, yalan söylemek, olmayacak şeylerden söz etmek.

Paldır küldür: 1. Büyük bir gürültü ile. 2. Ansızın ve kurallara uymaksızın.

Pamuk ipliği ile bağlamak: Etkisi az sürecek, köksüz, geçici bir çözüm yolu bulmak.

Paniğe kapılmak: Çok korkmak, telâşa sürüklenmek.

Papara yemek: Çok azarlanmak.

Para babası: Çok zengin, parası bol olan.

Para canlısı: Parayı çok seven, paraya düşkün.

Para çekmek: 1. Banka veya benzeri bir yere yatırılmış parayı geri almak. 2. Bir kimseden çeşitli yollarla para sızdırmak.

Para dökmek: Bir şey için çok para harcamak.

Para etmemek: 1. İşe yaramamak, etkili olmamak. 2. Değeri pahasına satılamamak.

Parasını sokağa atmak: Değeri olmayan bir işe ya da mala para vermek.

Para kesmek: 1. Çok para kazanmak. 2. Devletin çok para basması.

Para sızdırmak: Kandırarak, zorlayarak birinden para almak.

Para tutmak: 1. Parasını idareli harcayıp kalanını biriktirmek. 2. Satın alınan şeyin karşılığını para olarak hesaplamak.

Paraya çevirmek: Bir malı verip yerine para almak.

Paraya kıymak: Gereken yerde para harcamaktan kaçınmamak.

Paraya para dememek: 1. Çok para kazanmak. 2. Bol para harcamak. 3. Elde olan parayı az bulmak.

Para yapmak: Para kazanıp biriktirmek.

Para yedirmek: İşini yaptırmak için birilerine kanunsuz, hak etmedikleri parayı vermek; rüşvet vermek.

Para yemek: 1. Çok para harcamak. 2. Rüşvet yemek, görevini kötüye kullanıp bir iş yapmak için birinden para almak.

Parmağı ağzında kalmak: Çok şaşırmak, hayrete düşmek.

Parmağına dolamak: Bir konuyu her fırsatta, her yerde ele alıp konuşmak, o konu ile uğraşmak.

Parmağında oynatmak: Birine her istediğini yaptırmak, onu kukla gibi kullanmak.

Parmağını bile oynatmamak: Hiç tepki göstermemek, kayıtsız kalmak.

Parmak basmak: 1. Bir nokta üzerine dikkati ya da ilgiyi çekmek. 2. İmza yerine parmağını mürekkebe batırarak bir yere bastırmak.

Parmak hesabı: 1. Parmakları kullanmak suretiyle yapılan hesap. 2. Hece vezni.”Bizim bakkal hâlâ parmak

Parmak ısırmak: Büyük şaşkınlık duymak, hayrete düşmek.

Parmak kadar (çocuk): Yaşça çok küçük, pek küçük (çocuk).

Parmak kaldırmak: 1. Olumlu oy vermek için el kaldırmak. 2. Bir toplulukta söz istemek için işaret parmağını kaldırıp diğerlerini yumarak el kaldırmak.

Parmakla gösterilmek: 1. Bir şey az bulunmak. 2. Seçkin, ünlü olmak.

Parmaklarını yemek: Bir yemeğin çok lezzetli olduğunu anlatmak için kullanılır.

Parsayı başkası toplamak: Verilen emek karşılığını, emek veren değil, bir başkası almak.

Partiyi kaybetmek: 1. Biriyle çekiştiği bir konuda yenilmek. 2. Elde etmeye çalıştığı bir kazancı bir başkasına kaptırmak.

Pasaportunu vermek: Kovmak, işten atmak.

Pas geçmek: Üzerinde durmamak, caymak, vazgeçmek, aldırış etmemek.

Patırtı çıkarmak: Kavga, kargaşa, gürültü çıkarmak.

Patlak vermek: Gizlenen ya da hoş karşılanmayan bir durum aniden ortaya çıkmak.

Pay biçmek: Bir fikir elde edebilmek için, durumu bir şey ile kıyaslamak.

Payını almak: 1. Azarlanmak. 2. Kendine düşen kazanç miktarını almak.

Paye vermek: Adam yerine koymak, değer vermek.

Payidar olmak: Kalmak, yok olmamak, yaşamak.

Perdesi yırtık: Ar damarı çatlamış, utanmaz, arlanmaz.

Pergelleri açmak: Uzun adımlarla yürümeye başlamak.

Pay çıkarmak: Bir olay ya da davranıştan tecrübe kazanmak, hisse kapmak, tutulacak yolu belirlemek.

Pes demek: Mağlubiyeti kabul etmek, başkasının üstünlüğüne boyun eğmek.

Pestil gibi olmak: Çok yorulmuş olmak; kımıldayamayacak kadar bitkin, güçsüz düşmek.

Pestilini çıkarmak: 1. Çok dövmek. 2. Çok çalıştırıp adamakıllı yormak. 3. İyice ezmek.

Peşini bırakmamak: Bir şeyi izlemekten vazgeçmemek.

Peşkeş çekmek: Kendisinin veya bir başkasının malını bir çıkar uğruna birisine uygunsuz olarak vermek.

Peyda olmak: Ortaya çıkmak, belirmek, oluşmak.

Pılıyı pırtıyı toplamak: Hemen bütün eşyalarını toplayarak bir yere gitmek üzere hazırlık yapmak.

Pire için yorgan yakmak: Önemsiz bir şey için kızıp daha büyük zarara yol açacak davranış içine girmek.

Pireyi deve yapmak: Küçük, basit bir olayı büyütüp mesele yapmak, aşırı abartmak.

Pisi pisine: Boş yere, boşuna.

Pis pis düşünmek: Karamsar, derin ve üzüntülü bir düşünceye dalmak.

Pis pis gülmek: Birinin düştüğü kötü duruma öç alır gibi, arsız arsız gülmek.

Pişkinliğe vurmak: Çıkarı için kötü bir davranışa veya söze aldırmamak.

Pişmiş aşa su katmak: Yoluna girmiş, bitmek üzere olan bir işi bozmak ya da aksatmak.

Pişmiş kelle gibi sırıtmak: Anlamsız, çirkin, yersiz, dişlerini göstererek gülmek.

Posasını çıkarmak: 1. Birini çok dövmek. 2. Bir kişi veya şeyi sonuna kadar sömürmek.

Posta koymak: Birini korkutmak, gözdağı vermek, tehdit etmek.

Postayı kesmek: İlişkiyi kesmek, gidip gelişi sona erdirmek.

Post elden gitmek: 1. Öldürülmek. 2. Bulunduğu yüksek makamdan ayrılmak zorunda kalmak.

Post kavgası: Bir makamı, işi ya da iktidarı ele geçirme çekişmesi.

Postu kurtarmak: Can tehlikesini atlatmak, öldürülme tehlikesi olan yerden kaçıp kurtulmak.

Postu sermek: Kısa bir süre için gittiği yerde, saygısızca ve sorumsuzca uzun süre kalmak.

Pot kırmak: Gaf yapmak, farkında olmayarak karşısındakini kıracak, incitecek söz söylemek.

Pösteki saymak: İçinden çıkılması zor ve anlamsız bir işle uğraşmak.

Prangaya vurmak: Zincire vurmak, ayağına pranga bağlamak.

Puan almak: 1. Spor karşılaşmalarında sayı kazanmak. 2. Bir test imtihanında herhangi bir puan elde etmek.

Puan tutturmak: Gereken sayıda puan kazanmak.

Punduna getirmek: Bir şeyi yapmak için uygun şartları elde etmek, fırsat kollamak.

Pupa yelken: 1. Alabildiğince, hiçbir şeye bağımlı olmadan. 2. Yelkenler, arkadan esen rüzgârla şişmiş olarak, tam yolla.

Pusu kurmak: Birine saldırmak için, bir yere gizlenip beklemek.

Pusulayı şaşırmak: 1. Ne yapacağını bilemez duruma düşmek. 2. Doğru tutum ve davranıştan ayrılmak.

Pusuya düşmek: Pusu kuran kimsenin saldırı alanı içine girmek.

Put gibi: Kımıltısız, sessiz, anlamsız bir bakışla.

Put kesilmek: Sessiz, kımıltısız bir durumda kalmak.

Püf noktası: Bir işin en ince, en önemli yeri.

Püsküllü belâ: Kendisinden kurtulunması bir türlü mümkün olmayan, büyük sıkıntı, zarar veren kimse veya şey.

“R” Harfiyle Başlayan Deyimler

Rafa kaldırmak (koymak): Bir iş üzerinde artık durmamak, o işi kenara itmek, ihmal etmek.
Rahat durmamak: Yaramazlık etmek, kımıldayıp durmak.

Rahatına bakmak: Hiçbir şeye aldırış etmeden rahatını sağlamaya çalışmak.

Rahatlık (rahat) batmak: Rahat, iyi bir yerdeyken o yeri olmayacak nedenlerden ötürü terkeden insanlar için sitem biçiminde söylenir.

Rahat yüzü görmemek: Huzur, bolluk, hiç rahatlık görmemek; sürekli sıkıntı, darlık içinde bulunmak.

Rahmetli olmak: Vefat etmek, ölmek.

Ramak kalmak: “Bir şeyin olmasına çok az kalmak” anlamında kullanılır.

Rast gelmek: 1. Düşünmediği, beklemediği bir anda biriyle karşılaşmak. 2. Düşünmediği veya düşünülmediği hâlde payına düşmek. 3. Hedefi bulmak. 4. Bulmak.

Rast gitmek: Bir iş istenilen biçimde gelişmek.

Rayına oturmak: Bozulmuş, düzensiz hâle gelmiş bir işi yoluna koymak, iyi duruma getirmek.

Rekor kırmak: Eski rekoru aşıp yeni, üstün bir sonuç elde etmek.

Rengi atmak: 1. Solmak. 2. Korku, heyecan sebebiyle benzi sararmak.

Renkten renge girmek: Heyecan, korku ve utanmadan dolayı yüzünün rengi değişmek, sıkılmak.

Renk vermemek: Bir konu ile ilgili duygularını, düşüncelerini belli etmemek; bildiği hâlde bilmez gibi görünmek.

Resmiyete dökmek: Bir iş veya duruma resmiyet kazandırmak, onu resmî kanallardan halletme yolunu seçmek.

Rest çekmek: 1. Kesin tavır almak, herhangi bir konuda son sözü söylemek. 2. Bir oyunda önündeki paranın tümünü ortaya koymak.

Rol oynamak: 1. Bir oyunda rol almak. 2. Bir işte önemli katkısı olmak, etkisi bulunmak.

Rota değiştirmek: 1. Takip edilen yoldan ayrılmak. 2. Tutumunu, tavrını değiştirmek, izlediği yoldan kopmak.

Ruhu bile duymamak: Anlamamak; hiçbir bilgisi, haberi bulunmamak; olan biteni sezememek.

Ruhunu teslim etmek: Ölmek.

Rüyasında bile görememek: Olacağını hiç aklına getirmemek, ihtimal vermemek.

Rüzgâr gelecek delikleri tıkamak: İstenmeyen bir duruma veya zarar gelebilecek bir gelişmeye karşı her türlü önlemi almak.

“S” Harfiyle Başlayan Deyimler

Saat bu saat: Ele geçen fırsatı kullanmanın tam zamanı, en iyi, en elverişli an bu andır.

Saati saatine uymamak: Bir kimsenin durumu, huyu sık sık değişir olmak.

Sabaha çıkamamak: Sabahtan önce ölmek, sabaha kadar yaşayamamak.

Sabahı etmek (veya bulmak): Sabahlamak, bir sebeple sabaha kadar uyumamak, bir konu ile uğraşmak.

Sabahın köründe: Çok erken, ortalık henüz ağarmadan, sabahın en erken vaktinde.

Sabır taşı: Çok sabırlı kimse, türlü sıkıntılara katlanan.

Sabrı taşmak: Katlanamaz, dayanamaz, sabredemez olmak; tahammül gücü kalmamak.
Saç ağartmak: Bir işte uzun zaman çalışıp emek vermiş olmak.

Saçı bitmedik (yetim): Doğalı çok olmamış, henüz yeni doğmuş çocuk (yetim).

Saçına ak düşmek: Yaşlanmak, ihtiyarlamaya başlamak.

Saçına başına bakmadan: İlerlemiş yaşına yakışmayacak biçimde davranan kimseler için kullanılır.

Saçını başını yolmak: 1. Birini çok fazla dövüp hırpalamak. 2. Çok üzülmek, üzüntüsünden dövünmek.

Saçını süpürge etmek: (Kadın) çok büyük istekle çalışıp hizmet etmek, özveri ile birileri uğrana çalışmak.

Saç saça baş başa: (Kadınlar) kıyasıya kavgaya tutuşmak, birbirlerini hırpalayarak kapışıp dövüşmek.

Saç sakal birbirlerine kırışmak: Üstü başı perişan, uzun süre saç ve sakal tıraşı olmamış, kendine çeki düzen vermemiş olmak.

Safra bastırmak: Açlığını yatıştırmak için az miktarda yemek yemek.

Sağa sola bakmamak: Ortalığı kollamak, çevresi ile ilgilenmemek.

Sağ gözünü sol gözünden sakınmak: Çok kıskanmak, üzerine titremek.

Sağır sultan bile duydu: İşitmedik kimse kalmadı, hemen herkes işitti, duymayan kalmadı.

Sağı solu (belli) olmamak: Bir durum karşısında nasıl davranacağı, ne tavır takınacağı belli olmamak.

Sağlam kazığa bağlamak: Bir işin aksamadan yürümesini sağlayacak önlemleri alarak güvenilir bir duruma koymak.

Sağlam ayakkabı değil: Doğruluğuna, namusluluğuna güvenilmez; kişiliği kuşku veren.

Sağlık olsun: “Bir zarara uğradık ama önemli değil, üzülmeye değmez, canımız sağ olsun, kapatırız” anlamında kullanılır.

Sağmal inek: Kendisinden durmadan çıkar sağlanan, sömürülen, istismar edilen kimse.

Sahip çıkmak: 1. Birini ilgilenip korumak. 2. Bir şeyin kendisine ait olduğunu söylemek.

Sakalı ele vermek: Başkasının sözünden çıkmayacak bir duruma düşmek, birinin idaresine girmek.

Sakız gibi yapışmak: Peşini bırakmamak, ayrılmamak, istediğini yaptırmaya çalışmak.

Salkım saçak: Dağınık, düzensiz bir durumda; parçası bir yana ayrılmış.

Sallantıda kalmak: Bir çözüme bağlanamamak, nasıl olacağı bilinmeden öylece kalmak.

Saltanat sürmek: 1. Bolluk, verimlilik içinde yaşamak. 2. Hükümdarlık etmek.

Saman altından su yürütmek: Hiç kimseye sezdirmeden iş çevirmek, ortalığı birbirine karıştırmak.

Saman gibi: Tatsız, yavan.

Sapı silik: Serseri, başı boş, kişiliksiz.

Sarı çizmeli Mehmet Ağa: Kim olduğu, nerede oturduğu bilinmeyen kimse.

Sarmaş dolaş olmak: Birbirine sarılıp kucaklaşmak, birbirini iyice kucaklamak.

Sarpa sarmak: Bir iş, çözülmesi çok güç bir durum almak; zorluklar belirmek.

Satıp savmak: Eldeki malı veya eşyaları yok pahasına satmak, ucuza satıp tüketmek.

Sayıp dökmek: Ne var ne yok hepsini söylemek, arka arkaya sıralamak.

Sebil etmek: Bolca vermek, dağıtmak.

Sedyelik olmak: Ayakta duramayacak hâle gelmek.

Seferber olmak: Bir işe eldeki tüm imkânları kullanarak girişmek.

Selâmı sabahı kesmek: Dostluğu, arkadaşlığı, ahbaplığı kesmek, her türlü ilişkiye son vermek; selâmına bile karşılık vermemek.

Selâm verip borçlu çıkmak: Küçük bir ilgi göstermek karşılığında hemen kendisine bir iş yüklenilmek.

Senet vermek: 1. Yazılı, imzalı belge vermek. 2. “Bu işin böyle olduğuna inanmanı istiyorum” anlamında kullanılır.

Sen giderken ben geliyordum: “Ben bu oyunları senden daha iyi bilirim, ben daha tecrübeliyim, beni aldatamazsın.” anlamında kullanılır.

Seninki (tatlı) can da benim ki (elinki) patlıcan mı?

Senli benli olmak: Çok samimi, içten, teklifsiz biçimde olmak.

Sen sağ ben selâmet: İş sonuçlandı, artık yapacak bir şey kalmadı.

Sepet havası çalmak: Birini işten çıkarmak, yol vermek, yanından uzaklaştırmak.

Sere serpe: Rahatça, sıkışık olmayarak, açılıp saçılarak, çekinmeden, serbestçe.

Sermayeyi kediye yüklemek: Parasını yiyip bitirmek, işini ve parasını kaybetmek, batırmak.

Ser verip sır vermemek: Dürüst, güvenilir, ağzı sıkı olmak; ne kadar zorlanırsa zorlansın kimseye sırrını söylememek.

Ses çıkarmamak: 1. İtiraz etmemek, hoş görerek karşı çıkmamak. 2. Hiç konuşmamak, susmak.

Sesini kesmek: 1. Söylemekte iken susmak, bir şey söylemez olmak. 2. Bir kişiyi söylerken susturmak, artık söyletmemek.

Ses seda çıkmamak: 1. Hiçbir tepki görülmemek. 2. Haber çıkmamak.

Ses vermemek: 1. Herhangi bir sesi çıkarmamak. 2. Bir çağrıya kulak vermemek.

Seyirci kalmak: Bir olay karşısında hiç tepki göstermemek, işe karışmamak.

Sıcağı sıcağına: Hemen, olayın üzerinden fazla zaman geçmeden, unutulmadan.

Sıcak kanlı: Sevimli, cana yakın, sempatik.

Sıcak yüz göstermek: Yakınlık göstererek karşılamak.

Sıdkı sıyrılmak: Birinden soğumuş olmak, tiksinmek.

Sıfıra sıfır, elde var sıfır: “Hiçbir şey elde edemedik, bütün çalışmalar boşa gitti” anlamında kullanılır.

Sıfırı tüketmek: 1. Elinde avucunda bir şey kalmamak, malı ve parayı bitirmek. 2. Gücü kalmamak.

Sık boğaz etmek: Bir şey yaptırmak için birini zorlamak, baskı altına almak.

Sıkı durmak: Güçlü, dayanıklı olmak; güçlü görünerek dikkatli bulunmak.

Sıkı fıkı: Çok samimi, birbirine çok bağlı, içten ve teklifsiz.

Sıkıntı basmak: Çok daralmak, sıkılmak, can sıkıntısı duymak, ruhen boşlukta olmak.

Sıkıntı çekmek: 1. Zorluk, darlık ya da yoksulluk içinde yaşamak. 2. Ruhen tedirginlik duymak.

Sıkıntıya gelememek: Kendini dara düşürücü işlere dayanıklı olamamak, bu işleri yapma yeteneği bulunmamak.

Sıkı tutmak: Önem vermek.

Sır küpü: Çok şey bilen, çok şey bildiği hâlde kimseye söylemeyen.

Sır olmak: Aklın eremeyeceği biçimde ortadan kaybolmak.

Sırra kadem basmak: Bir kimse ortalıktan yok olmak.

Sırım gibi: İnce yapılı olmasına mukabil güçlü, dayanıklı.

Sırtı kaşınmak: Söz ve davranışları ile dayak yemeyi hak etmiş bulunmak.

Sırtından geçinmek: Asalak yaşamak, birinin kesesinden sağlamak.

Sırtını dayamak: 1. Güçlü bir yere veya birine güvenmek. 2. Bir yere dayanmak ya da yaslanmak.

Sırtını yere getirmek: 1. Üstün gelmek. 2. Güreşte rakibi sırt üstü yere yatırarak yenmek.

Sıygaya çekmek: Sorgulamak, yapıp ettiklerinin hesabını sormak.

Sil baştan: Yapılan işi beğenmeyerek yeniden yapmak.

Silip süpürmek: 1. Ortada ne varsa hepsini yemek. 2. Hepsini alıp götürmek, yok etmek. 3. Ortalığı temizlemek.

Sinek avlamak: Satış yapamamak, iş ve müşteri olmadığından boş oturmak, iş yapamaz olmak.

Sinekten yağ çıkarmak: Hemen her şeyden, olmayacak şeyden bile çıkar sağlamaya çalışmak; yarar ummak.

Sineye çekmek: Bir zarara, hoş olmayan bir duruma, bir kötü söz veya davranışa ister istemez katlanmak.

Sinirleri alt üst olmak: Haddinden fazla sinirlenmek; ne yapacağını şaşırmak, bilememek.

Sinirleri boşanmak: Kendini tutamayarak gülmek, ağlamak ya da bağırmak.

Sinirleri yatışmak: Öfkesi veya kızgınlığı geçmek, sakinleşmek.

Sinirlerini bozmak: Kızdırmak, öfkelendirmek.

Sinirleri gergin olmak: En ufak bir olay çıktığı anda tepki gösterecek kadar sinirleri bozuk olmak.

Sipsivri kalmak: Tek başına, çaresiz ortada kalmak.

Sivri akıllı: Kimsenin aklını beğenmeyen, düşünceleri kimseninkine benzemeyen, acayip fikirleri olan.

Soğuk almak: Üşüyüp hastalanmak.

Soğuk duş etkisi yapmak: Ansızın bildirilen tatsız bir haber karşısında olumsuz bir tepki göstermek.

Soğuk kanlı: Serin kanlı, kolayca kızmayan, heyecana kapılmayan, telâş etmeyen.
Soğuk nevale: Sevimsiz, söz ve davranışları sıcak olmayan, insanlardan uzak duran kimse.

Sokağa düşmek: 1. Bir şey çoğalıp değerini yitirmek. 2. Kötü yola sapmak.

Sokak süpürgesi: Evinde oturmayıp çok gezen, sürtük kadın.

Solda sıfır: “Hiçbir değeri ve önemi yok” anlamında kullanılır.

Soluğu kesilmek: Nefes alamaz olmak, gücü tükenmek.

Soluk aldırmamak: Çok sıkı çalıştırmak, dinlenmesine fırsat vermemek.

Soluk soluğa: Zor nefes alarak; heyecan, telâş, yorgunluk veya bitkinlikle; koşmaktan güçlükle, sık sık soluyarak.

Son kozunu oynamak: Elindeki son imkânı kullanmak, son çareye başvurmak.

Sonradan görme: Sonradan zenginleşerek gösteriş, kibarlık, övünme gibi davranışlarda bulunan.

Sorguya çekmek: Bir kimseye yaptıklarından ötürü sorular sormak ve cevaplarını istemek.

Soyup soğana çevirmek: 1. Her şeyini, varını yoğunu elinden almak. 2. (Hırsız) bir yeri ya da kişiyi iyice soymak.

Sökün etmek: Bir şey çıkagelmek, art arda gelmek, birbiri ardından görünmek.

Söz açmak: Bir konu hakkında konuşmaya başlamak.

Söz almak: 1. Konuşmaya başlamak için toplantı başkanından izin almak, öyle konuşmaya başlamak. 2. Birinin bir iş yapacağını kesin olarak bildirmesini sağlamak. 3. Erkek tarafı, istenilen kızın verileceğine dair ailesinden olumlu cevap almak.

Söz altında kalmamak: Bir kimsenin kendisini inciten sözüne benzer şekilde cevap vermek.

Söz ayağa düşmek: Bir konu, herkesin ağzına dökülmek, sorumsuz ve yetkisiz kimselerin düşünce bildirdikleri duruma gelmek.

Söz bir Allah bir: “Verdiğim sözü yerine getireceğim, ondan dönmeyeceğim; Cenab-ı Hakk`ın bir olduğunda şüphe yoktur; ona nasıl inanıyorsam, verdiğim sözün doğruluğuna da inanın” anlamında kullanılır.

Söz birliği etmek: Bir olayla ilgili olarak aynı şeyleri söylemek üzere anlaşmak, aynı görüşte olmak.

Söz çıkmak: 1. Ortalıkta bir rivayet dolaşmak. 2. Hakkında dedikodu yapılır olmak.

Sözde kalmak: Yapılması kararlaştırılmış bir iş gerçekleşmemek.

Söz dinlemek: Verilen bir öğüdü, bir sözü tutmak, davranışlarını buna uydurmak.

Söz geçirmek: Dediğini yaptırmak.

Söz gelmek: Bir davranışından veya sözünden ötürü eleştiriye uğramak, kötülenmek, yakınları kendisine darılmak.

Söz götürmez: Gerçekliği, doğruluğu kesin ve açık olan; tersi savunulamayan.

Söz (laf) işitmek: Paylanmak, azarlanmak, biri kendisine darılmak.

Söz kaldırmamak: Onu inciten, onuruna dokunan söze dayanamayıp karşılık verir olmak.

Söz kesmek: Evlenmek için anlaşıp kesin karar vermek.

Söz sahibi olmak: Herhangi bir konuda konuşmaya yetkisi bulunmak.

Sözü ağzında bırakmak: Söylemekte olduğu şeyi bitirmesine fırsat vermemek, engel olmak.

Sözü bağlamak: Konuştuklarını bir sonuca vardırmak, konuşmayı sonuçlandırmak.

Sözü çiğnemek: Söyleyeceklerini açık ve kesin ortaya koyamamak, istediğini söyleyememek.

Sözü (bir şeye) getirmek: Konuşurken asıl üzerinde durmak istediği meseleye üstü kapalı değinmek, bu konunun üzerinde konuşulmasını sağlamak.

Sözü kesmek: 1. Söyleyeceklerini bitirmeden susmak. 2. Başkasının konuşmasına engel olmak.

Sözüm meclisten dışarı: “Konuşmam arasında hoşunuza gitmeyecek, kaba olabilecek, ağza alınması doğru olmayan sözler kullanacağım ancak bunların sizinle ilgisi yoktur” anlamında kullanılır.

Sözüm ona: “Güya, sanki, sözde” anlamlarında kullanılır.

Sözünde durmak: Verdiği sözün gereğini yerine getirmek.

Sözünden çıkmamak: Birinin isteklerine, öğütlerine kulak vermek, o ne derse onu yapmak.

Sözüne gelmek: En sonunda karşı çıktığı kimsenin fikrini kabul etmek.

Sözünü balla kestim: “Sözünüzü kesmemi hoş görün; özür dilerim, sözünüzü kesmek zorunda kaldım” anlamında kullanılır.

Sözünü esirgememek: Ne düşünüyorsa söylemek, kimseden çekinmemek, karşısındakini kıracağım diye kaygılanmamak.

Sözünü geri almak: Söylemiş olduğu sözün doğru olmadığını kabul ederek söylenmemiş sayılmasını istemek.

Sözünün eri olmak: Verdiği sözü ne pahasına olursa olsun yerine getiren bir kişi olmak.

Sözünü tutmak: 1. Verdiği sözü yerine getirmek. 2. Birinin verdiği öğüde uymak.

Sözünü yabana atmamak: Bir kimsenin söylediklerine önem vermek.

Sucuk gibi ıslanmak: Baştan aşağı, elbisesinin ve vücudunun her yanına su değmek.

Sudan cevap: Üstünkörü, tutar yanı olmayan, baştan savma cevap.

Sudan ucuz: Çok ucuz, âdeta bedava gibi.

Su dökünmek: Yıkanmak.

Su gibi akmak: 1. Zamanın çok hızlı geçip gitmesi. 2. Bol bol gelmek ya da gitmek (para, yiyecek vs.).

Su gibi bilmek: Çok iyi, yanlışsız bilmek veya okumak.

Su gibi ezberlemek: Çok iyi, yanlışsız ve takılmadan söyleyebilecek ölçüde ezberlemek.

Su gibi gitmek: Bol bol harcamak.

Su götürmez: Kesin, başka bir yoruma açık olmayan.

Su götürür olmak: Çeşitli yorumlara elverişli olmak.

Su içinde kalmak: Çok terleyip sırılsıklam olacak biçimde ıslanmak.

Su katılmamış: Saf, katıksız, bozulmamış, başka bir etkiyle değişmemiş olan, hilesiz.

Su koyuvermek: 1. Sebze ve et pişerken suyunu salıvermek. 2. Cıvıtmak, sözünde durmamak.

Sululuk etmek: Cıvıklık etmek, taşkın hareketlerde bulunmak, ciddi davranmamak.

Surat asmak: Kaşlarını çatıp yüzüne küskün ve dargın bir anlam vermek.

Surat bir karış: Öfkeli, kızgın, üzüntülü ve somurtkan.

Suratını ekşitmek: Hoşnutsuzluğunu yüz ifadesiyle belli etmek.

Sus payı: Bir kimseye bildiklerini söylememesi karşılığında verilen para, susmalık.

Suya götürüp susuz getirmek: Birinden çok kurnaz olmak, onu aldatabilecek kadar akıllı ve kabiliyetli olmak.

Suya sabuna dokunmamak: Sakıncalı konulardan uzak durmak, davranışlarıyla birilerini incitmeyecek yol tutmak.

Suyu bulandırmak: İyi, olumlu, yolunda giden bir işi art niyetle karıştırmak.

Suyu kaynamak: İş başından uzaklaştırılması zamanı yakın olmak.

Suyu mu çıktı?: “Beğenilmeyecek nesi var, ne kusurunu gördün ki orada kalmıyorsun?” anlamında kullanılır.

Suyun başı: 1. Suyun çıktığı yer, kaynak. 2. En çok yarar sağlanacak yer. 3. Bir iş için en önemli, iş en son kendisinde bitecek kişi, mevkii.

Suyunca gitmek: Bir kimseyi öfkelendirmeyecek biçimde hareket edip davranışlarını onun isteğine, eğilimlerine uydurmak.

Suyu nereden geliyor?: “Bu işi yürütmek için harcanan para hangi kaynaktan sağlanıyor.” anlamında kullanılır.

Suyunu çekmek: 1. Yemek çok kaynayıp hiç suyu kalmamak. 2. Bir şeye özellikle de para harcanıp tükenmek.

Suyunun suyu: Çok uzaktan ilgisi bulunan şey.

Su yüzü görmemiş: Hiç yıkanmamış, çok kirli.

Su yüzüne çıkmak: Belli olmak, aydınlanmak.

Süklüm püklüm: Korkup çekinerek, ezilip büzülerek, utanıp sıkılarak

Sükûtla geçiştirmek: Asıl mesele üzerinde bir şey konuşmamak, sessizce atlamak.

Sünger çekmek: Unutmak, silmek, hiçbir şey olmamış saymak.

Süngüsü düşük: Eski atılganlığı, neşesi, canlılığı, etkinliği kalmamış.

Sürüncemede kalmak: Gecikmek, bir türlü sonuçlanamamak, askıda kalmak.

Sürüden ayrılmak: Herkesin tuttuğu yolu bırakıp ayrı bir yol takip etmek.

Süt dökmüş kedi gibi: Bir kabahat işleyip de bu kabahatinden dolayı utanan, korkan, çekinen kimsenin durumunu anlatmak için kullanılır.

Süt kuzusu: 1. Henüz meme emen kuzu. 2. Çok küçük bebek, yavru, korunması gereken küçük çocuk. 3. Çok nazlı, el bebek gül bebek büyütülmüş kimse.

Süt liman olmak: Dingin, gürültüsüz, sakin olmak.

Sütü bozuk: Mayası bozuk, kötü soydan gelen ve ahlâksızlık eden kimse.

“Ş” Harfiyle Başlayan Deyimler

Şad olmak: Sevinmek, mutlu olmak.

Şafak atmak: Aniden önemli bir durumla karşı karşıya kaldığını anlamak, bu sebeple tedirgin olmak.

Şafak sökmek: Güneşin doğmaya başlamasıyla gece karınlığının yavaş yavaş kaybolup ortalık aydınlanmaya başlamak.

Şaha kalkmak: 1. Atın ön ayaklarını yerden kesip arka ayakları üstünde yerde durması. 2. Coşmak, kükremek, baş kaldırmak.

Şaka gibi gelmek: Bir türlü inanamamak.

Şaka götürmemek: 1. Şakadan hoşlanmamak. 2. Bir iş ya da durum dikkatsizliğe, önemsenmemeye gelmemek.

Şaka kaldırmak: Kendisine yapılan şakalara katlanmak, dayanmak.

Şaka maka (derken): “Ciddiye almıyor, ağırlığını duymuyor, gerektiği gibi önemsemiyorduk ama sonunda gerçekten önem vermemiz gerektiği ortaya çıktı” anlamında kullanılır.

Şakası yok: 1. Tehlikeli. 2. (O) hatır gönül tanımaz, gerekeni yapar, ciddi bakar olaya.

Şakaya getirmek: 1. Oldukça önemli, ciddi bir şeyi açıktan söylemeyip şaka yollu söylemek. 2. Önemli bir meseleyi şaka yaparak geçiştirmek.

Şakaya vurmak: Ciddî bir söz ve davranışı şaka yoluyla geçiştirmek.

Şamar oğlanı: Herkesin hıncını aldığı, dövdüğü, çattığı, söylendiği kimse.

Şamata koparmak: Gürültü, patırtı yapmak.

Şapa oturmak: Güç bir duruma düşmek, çıkmaza girmek.

Şart koşmak: Bir işin yapılmasını önceden bir şarta bağlamak.

Şeref vermek: Onurlandırmak, yapıp ettikleriyle övünç kaynağı olmak.

Şerefini korumak: Onurunu, kişiliğini gözetmek.

Şeşi beş görmek: Yanlış görmek, görüşünde aldanmak.

Şeyhin kerameti kendinden menkul: Çok büyük işler yaptığını belirtiyor ama bunu doğrulayacak ne kanıt ne de kimse var ortalıkta.

Şeytana uymak: Dinin emirleri dışına çıkmak, haram olan işlere bulaşmak, doğru yoldan ayrılmak.

Şeytan diyor ki!: “İçimden şu kötü işi yap, doğru yoldan ayrıl eğilimi geçip duruyor” anlamında kullanılır

Şeytan dürtmek: Durup dururken uygunsuz, kötü bir davranışta bulunmak.

Şeytan görsün yüzünü: “Onunla hiç görüşmek, bir arada bulunmak istemiyorum” anlamında kullanılır.

Şeytanın art bacağı: Çok afacan ve yaramaz (çocuk).

Şeytanın ayağını kırmak: 1. Aksiliği, uğursuzluğu yenmek. 2. Herhangi bir sebepten ötürü yapamadığı bir şey yapmak.

Şeytan kulağına kurşun: İyi bir durumdan, işten gidişten söz ederken “Aman nazar değmesin, Allah kötülerin şerrinden korusun, şeytandan uzak bulundursun.” anlamında kullanılır.

Şeytanın yattığı yeri bilmek: Çok kurnaz ve açıkgöz olmak; bilinmesi, hatırlanması güç şeyleri bilmek; pek çok şeyden haberdar olmak.

Şıp diye geçmek: Ansızın, birdenbire geçmek.

Şifayı bulmak (veya kapmak): Hastalanmak.

Şimdiden tezi yok: Hemen, hiç durmadan, hiç vakit kaybetmeden.

Şimşekleri üzerine çekmek: Söz ve davranışlarıyla çevresindekileri kızdırmak; rahatsız etmek; sert eleştirilerine, saldırılarına hedef ve neden olmak.

Şirazesinden çıkmak: Bozulmak, çığırından çıkmak, düzenini yitirmek.

Şom ağızlı: Hemen her olayı kötüye yoran, kötü şeyler olacağını söyleyen, ileri sürdüğü ihtimallerin gerçekleşmesinden korkulan kimse.

Şöyle bir: Üstünkörü, gelişigüzel, üzerinde durmayarak.

Şöyle böyle: 1. Ne iyi ne kötü, orta derecede. 2. Hemen hemen, aşağı yukarı, yaklaşık olarak.

Şundan bundan: Belli belirsiz, önemsiz şeyler.

Şunu bunu bilmemek: İtiraz dinlememek, mazeret kabul etmemek, bahane istememek.

Şunun şurası: Küçümseme, azımsama, yakın bir yer belirtmek istendiğinde kullanılır.

Şüphe kurdu: Kişinin içini kemiren, onu tedirgin eden kuşku.

“T” Harfiyle Başlayan Deyimler

Tabana kuvvet: “Binecek bir şey yok, yayan gitmekten başka çare de kalmadı” anlamında kullanılır

Tabanları kaldırmak: Çok hızlı yürümeye ya da çok hızlı koşarak kaçmaya başlamak.

Tabanları yağlamak: 1. Uzak bir yere yayan olarak gitmek için hazırlanmak. 2. Hızlıca koşarak kaçmak.

Taban tabana zıt: Birbirinin tamamen karşıtı olmak, birbirine çok aykırı.

Taban tepmek (patlatmak): Yayan olarak çok uzun yol yürümek, çok sık gidip gelmek.

Tabanvayla gitmek: Araçla değil de yürüyerek gitmek.

Taburcu olmak: İyileşen hasta, bakıma gerek duymadığından hastaneden çıkmak.

Tadı damağında kalmak: Tadını, lezzetini bir türlü unutamamak.

Tadına bakmak: Küçük bir parçasını ağzına alarak lezzetini denemek, nasıl olduğunu yoklamak.

Tadına varamamak: Bir şeydeki ince güzelliği duyamamak, hissedememek ya da kavrayamamak.

Tadında bırakmak: Ölçülü olup aşırılığa kaçmamak.

Tadını almak: 1. Bir şeyin lezzetini almak. 2. Yaptığı işten zevk duymaya başlamak.

Tadını çıkarmak: Bir şeyin sağladığı güzelliklerden ya da imkânlardan istediği gibi yararlanmak.

Tadını kaçırmak: Zevkine varılmaya çalışılan bir şeyde aşırılığa kaçarak olumsuz bir durum oluşturmak, zevki bozmak.

Tadı tuzu kalmamak: Eski zevk veren yanı kalmamak, yavanlaşmak, güzel ve çekici durumu ortadan kalkmak.

Tahtalı köy: Mezarlık.

Tahtası eksik: Aklı noksan, deli.

Takım taklavat: Hepsi, parçalarıyla birlikte.

Takıp takıştırmak: Özenerek süslenmek.

Takke düştü kel göründü: Kusuru, kabahati örten şey ortadan kalkınca bütün çirkinlikler, hileler, ayıplar ortaya çıktı.

Tam adamını bulmak: 1. En uygun kişiyi seçmek. 2. En uygunsuz kişiyi seçmek

Tam takır kuru bakır: İçinde hiçbir şey yok, bomboş.

Tam üstüne basmak: İstenilen şeyi bulmak, fikir ve davranışlarında isabet kaydetmek, istenilen sözü söylemek.

Tanrı misafiri: Eve kendiliğinden gelen konuk.

Taraf tutmak: Bir yanı desteklemek, yan çıkmak.

Tarihe karışmak: Yalnız adı anılır olmak veya etkisi yok olmak.

Tası tarağı toplamak: Gitmek üzere bütün eşyasını toplamak.

Taş atmak: Birine dokunacak, onu incitecek söz söylemek.

Taş attı da kolu mu yoruldu?: “Bu kazancı sağlamak için hiç yoruldu mu, emek verdi mi, para harcadı mı?” anlamında kullanılır.

Taşa tutmak: Üst üste taş atmak, sürekli taşlamak.

Taş çatlasa: “Ne yapılsa, ne denli zorlansa, gerçekleşmesi imkânsız” anlamında kullanılır.

Taş çıkartmak: Biri, ötekinden niteliğiyle üstün olmak.

Taşı gediğine koymak: Zekice bir hareketle gerekli bir sözü tam zamanında ve yerinde söylemek.

Taşı sıksa suyunu çıkarmak: Bedence çok kuvvetli, dinç kimse.,

Taş kesilmek: Çok şaşırıp ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemez olmak; sesini çıkaramamak, hareket edememek.

Taş üstünde taş bırakmamak (koymamak): Her şeyi yıkıp yerle bir etmek.

Taş yürekli: Hiç acıma hissi taşımayan, merhametsiz.

Tatlı dil: Gönül alıcı, hoşa giden, kırmayan konuşma biçimi ya da söz.

Tatlı sert: Kırmamakla birlikte yumuşak da olmayan söz ya da davranış.

Tatlı su frengi: Batılılık taslayan, Batılı gibi davranan Doğulu Hristiyan.

Tatlıya bağlamak: Bir anlaşmazlığı tarafları memnun edecek biçimde bir çözüme ulaştırmak.

Tava getirmek: Gereği kadar ısıtmak.

Tavına getirmek: Bir işi en uygun duruma getirmek.

Tava gelmek: 1. Yumuşamak, kanmak. 2. Süzülecek duruma gelmek.

Tavır almak (takınmak): Belli bir durum ve davranış almak.

Tavşana kaç tazıya tut: Birbirine karşı olan tarafları çatışma için kışkırtma, davranışlarında yüreklendirme.

Tavşanın suyunu suyu: İki şey arasında çok uzak bir ilgi olduğunu anlatmak için kullanılır.

Tavşan yürekli: Korkak, ürkek, çekingen.

Tazıya dönmek: 1. Oldukça zayıflamış olmak. 2. Sırılsıklam, çok ıslanmış olmak.

Tebelleş olmak: Kancayı takmak, musallat olmak, istediğini yaptırıncaya kadar yakasını bırakmamak.

Tebdil gezmek: Tanınmamak için kılık değiştirerek gezmek.

Tefe koymak: Biriyle ilgili olarak alaylı dedikodu yapmak.

Tekbir getirmek: “Allah-ü ekber” diyerek Allah`ın adını yüceltmek.

Tekerine çomak sokmak: Birinin yolunda giden işini engellemek, aksatmak gibi davranışlarda bulunmak.

Tekin değil: 1. İçinde cinlerin olduğu kabul edilen bina ya da yer. 2. Kendisinde bazı gizli güçlerin olduğu sanılan, tehlikeli kabul edilen kimse.

Telâşa düşmek: Heyecanlanmak, aceleci olmak.

Tel çekmek: 1. Telgraf çekmek. 2. Telle sınırlandırmak, telle çevirmek.

Telleyip pullanmak: Kimi bezeme teli ve süslerle iyice süslemek.

Temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp koymak: Bir meseleyi sürekli anlatmak, yeni bir şeymiş gibi birçok defa söz konusu etmek.

Temel atmak: 1. Bir yapının temellerini yapmaya başlamak. 2. Bir işe başlamak, ilk davranışta bulunmak, girişmek.

Temel taşı: 1. Bir yapının temeline konan taş. 2. Bir şeye temel olan öğe, kişi, bir şeyin aslî unsuru, en güçlü dayanağı.

Temize çekmek: Karalama hâlindeki bir yazıyı yeniden, silintisiz ve kazıntısız bir şekilde kâğıda yazmak.

Temize çıkmak: Bir kimsenin suçsuz olduğu anlaşılmak.

Temiz para: 1. Kesintiden sonra elde kalan para miktarı. 2. Doğru yoldan kazanılmış para.

Tencerede pişirip kapağında yemek: Kıt kanat geçinmek, olanıyla yetinmek.

Tencere dibin kara seninki benden kara: “Kötülükte, kusur yönünde sen benden daha betersin” anlamında kullanılır.

Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş: İki değersiz kişi bir araya gelmiş, birleşmiş, yakışmışlar birbirlerine.

Tepeden bakmak: Küçümsemek, kendini üstün görmek.

Tepeden inme: 1. Beklenmedik, şaşırtıcı, ansızın gelen. 2. Yüksek bir makamdan çıkan buyruk, emir.”Tepeden inmeyle bir sürü ehliyetsiz adam geçti işin başına.”

Tepeden tırnağa (kadar): Her yanı, baştan aşağı, bütün vücudu.

Tepesi atmak: Çok sinirlenmek, birden öfkelenmek.

Tepesinde havan dövmek: Üst kattakiler gürültü yaparak alt kattakileri rahatsız etmek.

Tepesinden (başından) kaynar su dökülmek: Hiç ummadığı bir durumla karşılaşıp derin bir üzüntüye kapılmak, sıkıntı içinde kalmak.

Tepesine binmek: 1. Şımarıklığı sebebiyle her istediğini yapmak, yaptırmak. 2. Kendinden güçsüzleri ezmek, onlara kötü davranmak.

Tepesi üstü: Tepe taklak, başı yere gelmek üzere.

Tepe tepe kullanmak: Yıpranacağını, eskiyeceğini düşünmeden, sakınmadan istediği gibi kullanmak.

Terbiyesini vermek: Yaptığı kırıcı hareketler, kullandığı kötü sözler için kendisini sertçe uyarmak, azarlamak, gerekirse dövmek.

Tercüman olmak: Başkasının duygusunu, düşüncesini dile getirmek, anlatmak.

Ter dökmek: 1. Bir işi yapmak için çok zahmet, zorluk çekmek. 2. Çok terlemek.

Tereciye tere satmak: Birine çok iyi bildiği bir konuda bilgi vermeye çalışmak.

Tere yağından kıl çeker gibi: Hiç kimseye zarar vermeden, çok kolaylıkla kimseye hissettirmeden, kimi sorumluluklardan kurtularak.

Tersi dönmek: Şaşkınlıktan bulunduğu ve gideceği yeri kestirememek.

Ters tarafından kalkmak: Aksi, huysuz ve ters olmak.

Ters yüz etmek: İçini dışına, altını üstüne getirmek ya da çevirmek.

Ters yüz geri dönmek: İstediğini elde edemeden, eli boş dönmek.

Teselli etmek: Avundurmak, acısını gidermeye, onu rahatlatmaya çalışmak.

Teselli bulmak: Avunmak.

Teslim bayrağı çekmek: 1. Yenilgiyi kabullenmek, teslim olmak. 2. Bir çekişme sonunda karşısındakinin istediğini yapmaya razı olmak.

Teslim olmak: 1. Kendinden üstün bir güç karşısında yenilgiyi kabul etmek, mücadeleden vazgeçmek. 2. Kendini teslim etmek, birtakım ellere bırakmak.

Teşrif etmek: Onurlandırmak, şereflendirmek.

Tetikte olmak: Her an uyanık ve hazır bulunmak.

Tez canlı: Aceleci, sabırsız, beklemeye dayanamayan.

Tez elden: Çabucak, bir an önce, çarçabuk,

Tezgâhı kurmak: İşe başlamak üzere tüm araç ve gereçleri hazırlamak, çalışmaya başlamak.

Tezkeresini eline vermek: Kovmak, işten atmak, işine son vermek.

Tıka basa doldurmak: Doldururken çok bastırıp sıkıştırmak, hiç boş yer bırakmamak.

Tıka basa yemek: Haddinden fazla yemek, çok yemek, mideyi rahatsız edecek kadar çok yemek

Tımarhane kaçkını: Delice işler yapan kimse.

Tıpış tıpış yürümek: 1. Kısa adımlarla çabuk yürümek. 2. İster istemez bir yere gitmek.

Tıraş etmek: 1. (Saç, sakal) benzeri tıraş işini yapmak. 2. Bıkkınlık verecek kadar uzun ve gereksiz konuşmak.

Tırnak göstermek: Gözdağı vermek, korkutmak.

Tırpan atmak: 1. İstemediği kişilerin bir yerdeki görevlerine son vermek. 2. Kırıp geçirmek, topluca öldürmek, kıyıma uğratmak.

Tohuma kaçmak: Yaşlanmak, evlenme çağı geçip kartlaşmak.

Tok evin aç kedisi: Varlıklı olduğu hâlde doymayan, ihtiyacı olmadığı hâlde aç gözlülük eden, her gördüğüne sahip olmak isteyen (kimse).

Tokat aşketmek: Ansızın el içi ile vurmak.

Tok gözlü: Mala, paraya, yiyeceğe düşkün olmayan; cömert.

Tok sözlü: Sözünü esirgemeden, çekinmeden, hatır gönül dinlemeden söyleyen.

Tongaya basmak: Tuzağa düşmek.

Top atmak: İflas etmek.

Topa tutmak: 1. Bir yeri top ateşi altında bulundurmak. 2. Bir kimseye kırıcı, ağır sözler söylemek.

Topun ağzında: Tehlikeye, saldırıya en yakın yerde olmak.

Toprağı bol olsun: Müslüman olmayan ölülerin anılması sırasında kullanılır, Müslüman ölüler için “Allah rahmet eylesin” denir.

Topu topu: (Azımsanan şeyler için) olup olacağı, yalnızca, hepsi.

Toz kondurmamak: Bir şeyi kusursuz göstermek, onda bir kusurun olabileceğini kabul etmemek.

Toz olmak: Ortadan kaybolmak, kaçmak, uzaklaşmak.

Toz pembe görmek: Aşırı iyimser olmak; hemen her aksaklığı, üzücü durumları iyimserlikle karşılamak

Tozu dumana katmak: 1. Ortalığı altüst etmek, karışıklığa yol açmak, gürültü patırtı çıkarmak. 2. Çok fazla toz kaldırarak koşmak veya kaçmak.

Tur atmak: Dolaşmak, dolaşıp gelmek.

Turnayı gözünden vurmak: Hiç beklenmedik bir kazanç sağlama imkânını ele geçirmek.

Turp gibi: Çok sağlıklı, sağlam, rahatı yerinde.

Turşu gibi olmak: Çok yorgun, bitkin düşmek.

Turşusu çıkmak: 1. Çok yorulmak. 2. İyice ezilmek, parçalanmak.

Turşusunu kurmak: Bir şeyi kullanmak, harcamak gerekirken kıyamamak durumunda söylenir.

Tut kelin perçeminden: Güç bir durumda çözümün zor olduğunu anlatmak için kullanılır.

Tuttuğu dal elinde kalmak: Dayandığı, güvendiği şey önemini kaybederek işe yaramaz hâle gelmek, fayda temin edemez olmak.

Tuttuğunu koparmak: Her girişiminden başarıyla çıkmak, her işi becermek,

Tutunacak dalı olmamak: Güveneceği, dayanacağı kimse bulunmamak.

Tuz biber ekmek: 1. Bir yemeğe tuz ya da biber dökmek. 2. Bir üzüntünün acısını, bir kusurun ağırlığını daha da artırmak.

Tuz (la) buz olmak: Kırılıp parçalanmak, çok küçük parçalara ayrılmak, paramparça olmak.

Tuzlayayım da kokma: Bilip bilmeden konuşanlar, yüksekten atanlar, düşüncesinde aldananlar için küçümseme sözü olarak kullanılır.

Tuzluya mal olmak: Oldukça çok para harcanarak sağlanmış olmak.

Tuzu kuru: Hiçbir derdi, sıkıntısı olmayan; kazancı yerinde olduğu için kaygılanmayan.

Tükürdüğünü yalamak: Verdiği sözden geri dönerek benliğini küçültmek.

Tümen tümen: Pek çok.

Türküsünü çağırmak: Birinin hoşuna gidecek davranış ortaya koymak, söz söylemek, onun tarafını tutmak.

Türkü yakmak: Bir türküye ezgi uydurmak.

Tütünü tepesinden çıkmak: Bir acının ateşiyle yanıp tutuşmak, çok üzülmek.

Tüy dikmek: Kötü bir işi, ortaya konan bir söz ya da davranışla daha da kötüleştirmek.

Tüyleri diken diken olmak: Korku, heyecan, endişe veya üşümekten vücuttaki tüyler, kıllar kabarmak, dikilmek.

Tüyü düzmek: Önceleri kötü olan kılık kıyafetini düzeltmek, iyi yaşama kavuşmuş gibi güzel giyinir olmak.

“U” Harfiyle Başlayan Deyimler

Ucu bucağı olmamak: Bir yer çok geniş, sonu yokmuş gibi olmak.

Ucu dokunmak: Bir işten biri zarar görür olmak, söylenen bir söz birine zarar vermek.

Ucunu kaçırmak: Çıkmaza girmek, denetimi elinden kaçırmak.

Ucu ortası belli olmamak: Bir işe, söze nereden başlanacağı kestirilememek.

Ucunda bir şey olmak: Bir şeyde gizli bir amaç bulunmak.

Ucu ucuna: Ancak yetişecek kadar.

Ucuz atlatmak: Güç ve tehlikeli durumdan az bir zararla sıyrılmak.
Uçan kuşa borcu (borçlu) olmak: Pek çok kişiye borçlu olmak.

Uçan kuştan medet ummak: Pek sıkıntıda bulunup, bu sıkıntıdan kurtulmak için her türlü çareye, olmadık yerlere başvurmak, yardım istemek.

Uçsuz bucaksız: Çok geniş.

Uçkuruna sağlam: Namuslu, iffetine bağlı.

Uç vermek: 1. Baş vermek (çıban). 2. Bitmek, sürmek (bitki). 3. Gelişme, büyüme başlangıcı göstermek. 4. Bilinmeyeni açıklığa kavuşturucu belirtiler ortaya çıkmak.

Ulu orta söz söylemek: Bir şeyin aslını bilmeden, düşünüp tartmadan, çekinmeden, açıktan açığa konuşmak.

Uma uma döndük muma: Umut edilen, beklenilen şeyler gerçekleşmeyince hayal kırıklığına uğrayan, kötü durumlara düşen, zayıflayıp gücünü yitiren insanlar için söylenir.

Umurunda olmamak: Aldırış etmemek, önem vermemek.

Ununu elemiş, eleğini asmış: Hayatta yapmak istediklerini yapmış, geri kalan ömrü süresince artık yapacak önemli bir işi kalmamış kimseler için söylenir.

Utancından yere geçmek: Çok utanmak, kimsenin yüzüne bakamayıp sanki saklanacak yer aramak.

Uyku bastırmak: Aşırı derecede uykusu gelmek, uyuma isteği duymak.

Uyku çekmek: Rahat ve huzurlu bir şekilde çok uyumak.

Uyku gözünden akmak: Çok uykusu gelmek, göz kapakları kapanmak.

Uykusu kaçmak: 1. Uyuması gerekirken herhangi bir sebepten ötürü uyuyamamak. 2. Bir sorun yüzünden kaygılanmak, endişe duymak.

Uykusunu almak: Gerektiği kadar uyumuş olmak.

Uyku tulumu: 1. Uykuyu çok seven kimse, çok uyuyan. 2. İçine girilerek yatılan tulum biçimindeki yatak.

Uykuya dalmak: Rahat ve derin bir şekilde uyumak.

Uyur uyanık: Yarı uykulu.

Uzağı (ileriyi) görmek: Gelecekte ne olacağını sezmek, kestirmek.

Uzaktan uzağa: 1. İlgisi pek az olan. 2. Çok uzaktan.

Uzun boylu: 1. Boyu uzun olan. 2. Uzun süre. 3. Derinlemesine, ayrıntılarıyla.

Uzun etmek: 1. Nazlanmak, sözünde direnmek. 2. Sözü uzatmak, tartışmayı sürdürmek. 3. Aşırı gitmek.

Uzun hikâye: Pek çok ayrıntıları bulanan, anlatması uzun sürecek, anlatılmadan da anlaşılamayacak olan olay ya da konu.

Uzun lafın (sözün) kısası: Özetle, kısaca, sözü uzatmayarak.

Uzun uzadıya: Çok ayrıntılı olarak, en ince noktalarına inerek.

“Ü” Harfiyle Başlayan Deyimler

Üç aşağı beş yukarı: Az bir farkla, az fazla ya da az eksik olmak üzere, yaklaşık olarak.

Üç buçuk atmak: Çok korkmak, korku içinde olmak, istenmeyen bir durum olacak diye korkup durmak.

Üçe beşe bakmamak: Alışverişte fiyat konusunda küçük farkları önemsememek, almak ya da satmak konusunda cimri davranmamak.

Üç otuzluk: Yaşı hayli ilerlemiş (kimse).

Ümidini kesmek: Artık ummaz olmak, olacağını beklememek, kavuşamayacağını anlamak.

Ümitsizliğe düşmek: Gerçekleşmeyeceğine, olmayacağına inanmak.

Ün kazanmak: Adı her yerde duyulmak, şöhreti herkesçe bilinir olmak.

Üst baş: Kılık kıyafet, giyim kuşam.

Üste çıkmak: Suçlu olduğu hâlde suçsuz durumda olduğunu söyleyip karşısındakini suçlamak.

Üstesinden gelmek: Becermek, üzerine aldığı işi başarmak, yapmak.

Üste vermek: Fazladan ödeme yapmak.

Üst perdeden konuşmak: 1. Üstünlük taslayarak konuşmak. 2. Çok yüksek sesle konuşmak

Üstü başı dökülmek: Kılık ve kıyafeti çok eski olmak, perişan durumda bulunmak.

Üstü kapalı konuşmak: Açık, kesin ifadeler kullanmadan konuşup dinleyenin kavrayışına bırakmak.

Üstünde durmak: Bir işe önem vermek, o işle yakından ilgilenmek, uğraşmak.

Üstünde kalmak: Artırma ya da eksiltme sırasında onda kalmak. 2. Suçlanmak.

Üstünden atmak: Başından savmak, bir şeyi ödev olarak kabul etmemek, başkasını ilgilendirdiğini belirtmek.

Üstünden dökülmek: Bir giysi bol ve biçimsiz olmak, yakışmamak.

Üstünden (şu kadar zaman) geçmek: Aradan (şu kadar) zaman geçmek.

Üstüne almak: 1. Alınmak, bir hareketin kendisine karşı yapıldığını sanarak kaygılanmak. 2. Bir görevi üstlendiğini kabul etmek

Üstüne atmak: Kendi kaptığı bir suçu birine yüklemek.

Üstüne basmak: 1. Yerinde bir fikir beyan etmek. 2. İyice belirtmek.

Üstüne bir bardak (soğuk) su içmek: O işten umudunu kesmek, o işin olacağına inanmamak, parasını ya da malını almaktan vazgeçmek.

Üstüne (üzerine) düşmek: 1. Bir şeyi elde etmek için çok uğraşmak. 2. (Çocuğu) sevme ya da korumada çok ileri gitmek.”Şu çocuğun üstüne bu kadar düşmeyelim, şımardıkça şımarıyor, neredeyse başımıza çıkacak.”

Üstüne fenalık gelmek: Aşırı ölçüde sıkılmak, çok bunalmak.

Üstüne geçirmek: 1. Bir malın tapusunu kendi üzerine yazdırmak ya da çıkartmak. 2. Bir çocuğu evlât edinmek, kendi nüfusunu kaydettirmek.

Üstüne gelmek: Bir şey konuşulurken ya da yapılırken çıkagelmek.

Üstüne gül koklamamak: Sevdiği birinden başkasını sevmemek, başkası ile ilişki kurmamak.

Üstüne (yatmak) oturmak: Hiç hakkı değilken başkasının malını kendine mal etmek.

Üstüne titremek: Pek fazla sevgi, özen göstermek; zarar gelmesin diye itinalı davranmak.

Üstüne toz kondurmamak: Bir şeyin kusur, eksiği olduğunu kabul etmemek.
Üstüne tuz biber ekmek: Bir üzüntüyü, derdi, kusuru artıracak durum oluşturmak.

Üstüne üstüne gitmek: 1. Bir konuda bir kimseye sürekli baskı yapmak. 2. Güç bir şeyden yılmayıp, sonucu tehlikeli de olsa, çekinmeden o şeyle uğraşmak.

Üstüne varmak: 1. Bir şeyi yapmasını zorlayarak istemek. 2. Bir kadın, evli bir erkekle evlenmek.

Üstüne yıkmak: 1. Kendi işlediği bir suçu başkasına yüklemek. 2. Kendisinin de sorumlu olduğu bir işin ağırlığını başkasına yüklemek.

Üstüne yürümek: Yıldırmak, korkutmak amacıyla saldıracakmış gibi yapmak; ya da saldırmak

Üvey evlât gibi tutmak (saymak) : Horlamak, haksızlık etmek, iyi davranmamak, küçümsemek.

Üzüm üzüm üzülmek: Haddinden fazla, çok üzülmek.�
 

“V” Harfiyle Başlayan Deyimler

 Vadesi gelmek (yetmek): 1. Ömrü sona ermek, eceli gelmek, ölmek. 2. Süresi dolmak, ödeme zamanı gelmek.

Vakit geçirmek: Oyalanmak, bazı şeylerle meşgul olarak zamanın geçmesini sağlamak.

Vakit kazanmak: 1. Karşı tarafı oyalayarak zamanı uzatmak. 2. Bir şeye ayrılan ya da harcanan zamanı uzatmak.

Vakitli vakitsiz: Rastgele bir zamanda, gelişigüzel, uygun bir zamanı gözetmeden.

Vaktini almak: Epey zaman harcanmasını gerektirmek, başka bir işe ayrılmış zamanı tutmak.

Vaktini öldürmek: Zamanını yararsız, gereksiz, boş işlerle ya da hiç iş yapmadan, boş yere geçirmek.

Vaktini şaşmamak: Tam zamanında.

Vara yoğa karışmak: Her şeye, üstüne lâzım olsun olmasın her işe karışmak.

Varlık göstermek: Beğenilir bir iş yapmak; kendini kanıtlayacak, göze görünür bir görevini yerine getirmek; kendini göstermek.

Varlıkta darlık çekmek: Elinde her imkân olduğu hâlde bunlardan yararlanamamak, sıkıntıya düşmek.

Vay canına!: Şaşma, öfke duygusunu dile getirmek için kullanılır.

Vebali boynuna olmak: Bir işin günahını yüklenmek.

Velveleye vermek: Gereksiz bir heyecana, telâşa düşürmek.

Verip veriştirmek: Ağır sözler söylemek, ağzına ne gelirse söylemek.

Veryansın etmek: Hiç insaf göstermeden, acımadan saldırmak; ağzına geleni söylemek.

Vıcık vıcık: Sulu ve gevşek olmak, basıldığında ses çıkarmak.

Vıdı vıdı etmek: Söylenip durmak, hemen her şeyi eleştirip beğenmediğini söyleyerek durmadan konuşmak, etrafındakileri rahatsız etmek.

Vız gelmek (vız gelip tırıs gitmek): Hiç önemsememek, aldırış etmemek.

Viraneye çevirmek: Yakıp yıkmak, yıkıntı durumuna getirmek, harap etmek.

Voli vurmak: Haksız olarak kazanç elde etmek, vurgun vurmak.

Volta atmak: Bir aşağı bir yukarı dolaşmak, gidip gelmek.

Vur abalıya: Bütün yükün yumuşak huylu kişiye yüklenmesi; sessiz, güçsüz kimsenin hırpalanması, hakkının çiğnenmesi durumunda karşıdaki kişiye sitem yollu söylenir.

Vur dedikse öldür demedik ya!: Bir isteği, dileği yerine getirirken aşırılığa kaçıp da işi berbat edene karış söylenir.

Vurduğu yerden ses getirmek: Eli ağır olmak, çok kuvvetli vurmak.

Vurdumduymaz Kör Ayvaz: Umursamaz, aldırmaz, duygusuz ve kayıtsız kimse.

Vur patlasın çal oynasın: Aşırı zevk ve eğlence; aşırı zevk ve eğlenceye düşkün kimsenin parasını bu yolda harcamasını anlatır.

Vurucu güç: Çok etkin silâhlarla donatılmış, özel eğitim görmüş askerî birlik.

Vücuda getirmek: Oluşturmak, meydana getirmek, var etmek.

Vücudunu ortadan kaldırmak: Öldürmek.

“Y” Harfiyle Başlayan Deyimler

Ya Allah deyip (atılmak): Cenab-ı Hak`a sığınarak (atılmak).

Yabana atmak: Önem vermemek, önemsiz görüp dikkate almamak, üzerinde durmamak.

Yabancılık çekmek: Bir iş ya da çevrede yabancı olmaktan dolayı ortaya çıkan zorlukların etkisinde kalmak.

Ya bu deveyi gütmeli, ya bu diyardan gitmeli: “Bu işi mutlaka yapmalısın, başka yolu yok, aksi taktirde burada kalamazsın.” anlamında kullanılır.

Ya devlet başa, ya kuzgun leşe: “Giriştiğim iş beni ya büyük bir varlığa ve mevkiye ulaştıracak ya da mahvedecek, batıracak” anlamında söylenir.

Yad eller: 1. Baba ocağından uzak yerler, gurbet. 2. Yabancı kimseler, yabancılar.

Yâd etmek: Anmak, hatırlamak.

Yağ bağlamak: Semirmek, üzerine biriken yağ katılaşmak.

Yağ bal olsun: “Yediğin, içtiğin helâl ve afiyet olsun” anlamında söylenir.

Yağcılık etmek: Dalkavukluk etmek, övmek, pohpohlamak.

Yağlı ballı olmak: Araları çok iyi, içli dışlı, samimi olmak.

Yağlı kapı: Çalıştırdığı kimselere bol kazanç sağlayan kimse, kuruluş, aile ya da yer.

Yağlı kuyruk: Kolayca ve bolca yararlanılabilecek kaynak; basitçe sömürülebilecek iş veya kimse

Yağlı müşteri: Bol paralı, çok alışveriş yapan zengin alıcı.

Yağma gitmek: Bir şey çok alıcı bulup çok satılmak, kolay müşteri bulmak.

Yağma Hasan`ın böreği: Hakkı olanın da olmayanın da kolayca yararlandığı, kimsenin korumadığı, her yanından sömürülen kaynak.

Yağma yok: “Öyle şey olmaz, buna izin vermezler, kolay kolay elde edemezsin” anlamında bir tutumun ya da davranışın yanlışlığı ifade etmek için kullanılır.

Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak: Bir tehlikeden, güç bir durumdan kaçarken daha kötüsüyle karşılaşmak.

Yağmur yağarken küpünü doldurmak: Kazanma fırsatı varken ondan yararlanıp para veya mal edinmek.

Yağ tulumu: Çok şişman, çok yağlı.

Ya herrü (herro) ya merrü (merro): “Tehlikeyi göze aldık, giriştiğimiz işte ya batar ya da çıkarız” anlamında kullanılır.

Yahudi pazarlığı: Tarafların çıkarlarını düşünerek çekişe çekişe yaptıkları pazarlık.

Yakadan atmak: Savıp kurtulmak, başından atmak.

Yaka paça: Hiçbir itiraz dinlemeden, zorla, kuvvet kullanarak (götürmek).

Yakası açılmadık: Hiç duyulmadık, bilinmedik, ayıp söz, küfür.

Yakasına sarılmak: İstediği şeyi almak ya da dövmek için tutup bırakmamak, zorlamak.

Yakasına yapışmak: Hesap sormak ya da bir şey istemek için tutup bırakmamak.

Yakasını bırakmamak: Bezdirecek kadar üstüne düşmek, ısrar etmek, yanından ayrılmamak.

Yakasını kaptırmak: Bir şeyin, bir kimsenin etkisinden kendisini kurtaramamak, ona bağlanmış olmak.

Yakayı sıyırmak: Kurtulmak, kaçmak.

Yaka silkmek: Bıkıp usanmak; bir iş, durum, yer ya da kimsenin olumsuz yanlarından tedirginlik duyduğunu belirtmek.

Yakayı ele vermek: Yakalanmak, kaçamayarak ele geçmek.

Yakayı kurtarmak: Umulmazken bir işten ya da kimseden kurtulmak, kaçmak.

Yakınlık duymak: Birine karşı sevgi ve ilgi duymak, yabancılık hissetmemek.

Yakışık almamak: Yerinde olmamak, uygun düşmemek, yaraşmamak.

Yalancı pehlivan: Yapamayacağı bir işi yapabilecekmiş gibi görünen kimse, palavracı.

Yalancısı olmak: Doğruluğu bilinmeyen, inanılmayacak sözleri bir başkasından işiterek söylemiş olmak.

Yalan dolan: Hile, düzen, dalavere, yolsuz davranış,

Yalan yere: Gerçeğe uygun olmayarak.

Yalayıp yutmak: 1. İştahla, hiçbir şey bırakmadan yiyip bitirmek. 2. Kötü bir söz ya da davranış karşısında sessiz kalıp, kabullenmek.

Yalpa vurmak: İki yana, sağa sola; bir o yana, bir bu yana sallanarak yürümek.

Yalvar yakar olmak: Çok yalvarıp yakarmak.

Yan bakmak: Beğenmeyerek, kötü niyetle, düşmanca bakmak.
Yan basmak: 1. Aldanmak. 2. Kaypaklık edip dürüst davranmamak.

Yan çizmek: Kendisine yüklenen bir görevden kaçmak.

Yandan çarklı: 1. Şekeri yanına konmuş olan kahve veya çay. 2. Bir omuzu düşük olarak yürüyen. 3. Çarkı yanda olan gemi.

Yan gelip yatmak: Yapacak işleri olduğu hâlde yapmamak, rahatına bakmak, keyfince yaşamak.

Yangına körükle gitmek: Anlaşmazlığı, gerginliği, kargaşalığı artırıcı, her iki tarafı kışkırtıcı söz ve davranışlarda bulunmak.

Yan gözle bakmak: 1. Kötü niyetle, düşmanca bakmak. 2. Göz ucuyla bakmak.

Yanık ses: Hüzünlü, çok dertli, içindeki acıyı dile getiren ses.

Yanına bırakmamak: Kendisine yapılan kötülüklerin öcünü almak, cezasını sert karşılıklarla vermek.

Yanına (kâr) kalmak: Kendisinden öç alınmamak, yaptığı kötülük sert karşılık görmemek, cezasız kalmak.

Yanına salâvatla varılır: Çok öfkeli, kızgın ve kibirlidir.

Yanından bile geçmemiş: Hiç ilgisi yok, en ufak benzerliği bile yok.

Yanıp tutuşmak: 1. Elde etmek için güçlü bir istek duymak, elde edemediği için de büyük üzüntü içinde olmak. 2. Kuvvetli bir aşkla sevmek.

Yanıp yakılmak: Sızlanıp şikâyet etmek, derdini döküp durmak.

Yanlış ata oynamak: Kazanmak için giriştiği işte tuttuğu yol, dayandığı kimse dayanıksız ve çürük çıkmak, dolayısıyla aldanmış olmak.

Yanlış kapı çalmak: İsteğinin yapılamayacağı bir yere başvurmak.

Yan tutmak: Taraflardan birini desteklemek, onun söz ve davranışlarını benimsemek, yansız olmamak.

Yan yan bakmak: Düşmanca, kötü niyetle bakmak.

Yapmadığını bırakmamak: Bütün kötülükleri yapmak, eziyet etmek.

Yara açmak: 1. Bir şeyin yüzünde, özellikle de vücudun bir yerinde yara oluşmasına sebep olmak. 2. Büyük dert, acı, üzüntü vermek.

Yaraya merhem olmak: Acil ihtiyaçları karşılamak.

Yardan atmak: Bir kimseyi aldatarak kazaya uğratmak, tehlikeli bir durumun içine itmek, türlü belâlara sokmak.

Yarı buçuk: Tam değil, çok az, tamamlanmamış, baştan savma.

Yarım adam: Güçsüz, sakat, zayıf, hasta kimse.

Yarım ağızlı (söylemek): İsteksizce, istemeye istemeye, gönülsüzce (söylemek).

Yarım yamalak: Gelişigüzel, üstünkörü, eksik ve kusurlu.

Yarından tezi yok: En kısa zamanda, çok çabuk, geciktirmeden.

Yarı yolda bırakmak: Verilen desteği, yapılan yardımı sonuna kadar götürmemek.

Ya sabır çekmek: Kötülüklere, sıkıntılara, üzücü olaylara karşı tepki göstermemeye çalışıp, Cenab-ı Allah`tan kendisine sabır vermesini istemek.

Yaş Dökmek: Ağlamak.

Yaşını başını almış (olmak): Yaşı epeyce ilerlemiş olmak, yaşlanmış veya olgunlaşmış olmak.

Yaşını içine akıtmak: Hissettiği acıyı, ızdırabı, üzüntüyü belli etmemek; ağlamak isteğini bastırmak.

Yaş tahtaya (yere) basmamak: Kolay kolay tuzağa düşmemek, uyanık davranmak.

Yatağa düşmek: Hastalık yüzünden yatmak zorunda kalmak, ayağa kalkamayacak durumda olmak.

Yataklık etmek: Bir suçluya yardım etmek, onu gizlemek, barındırmak.

Yatak yorgan yatmak: Çok hasta olmak.

Yatırım yapmak: Gelir amacıyla bir işe para yatırmak veya aynı amaçla önceden ortam hazırlamaya çalışmak.

Yavaş gel: “Atıp tutma, abartma, ölçüsüz konuşma” anlamında kullanılır.

Yaya kalmak: 1. Taşıt ya da hayvana binmeden yürümek zorunda kalmak. 2. Yardımcısız kalmak, güvendiği yer ve kişileri kaybetmek, istediği şeyi yapamaz olmak

Yayan yapıldak: Çıplak ayakla, yayan.

Yaygarayı basmak: Bağırıp çağırmak, önemli bir nedeni olmadığı hâlde feryat etmek.

Yaz boz tahtasına çevirmek: Bir konuda birbirine uymayan kararlar almak, kararsızlık yüzünden bir konuda sık sık fikir değiştirmek.

Yedeğe almak: Bağlayarak arkasından çekip götürmek.

Yedi canlı: Pek çok ölüm tehlikesi geçirip sağ kurtulan insan ya da hayvan.

Yedi düvel: Bütün devletler, herkes, bütün dünya.

Yediden yetmişe: En büyüğünden en küçüğüne, eli ayağı tutan herkes.

Yediği naneye bak: Yersiz, uygunsuz iş yapanlar için kullanılır.

Yedi iklim dört bucak: Hemen her yer, bütün dünya.

Yedi kat yabancı: El, ne akraba, ne tanıdık, hiçbir yakınlığı yok.

Yeğ tutmak: Bir şeyi bir şeyden daha önemli görüp tercih etmek.

Ye kürküm ye: Saygının kişiliğe karşı değil, zenginliğe, varlığa, giyim ve kuşama karşı gösterildiğini anlatmak için kullanılır.

Yele vermek: 1. Boşuna harcamak. 2. Savurmak.

Yelkenleri suya indirmek: Israrından, iddiasından, direnmekten vazgeçip karşısındakinin dediğini kabul etmek; yüksekten atıp tutmayı bırakarak yumuşamak.

Yel yeperek yelken kürek: Telâş içinde, çok acele olarak, heyecanla.

Yemeden içmeden kesilmek: Bir üzüntü, korku ya da heyecan sebebiyle yiyemez duruma gelmek, iştahı kapanmak.

Yeme de yanında yat: İstek uyandıran, görünüşü çok çekici olan, çok lezzetli yemekler için kullanılır.

Yemin etsem başım ağrımaz: “Gerçek olduğundan eminim, bu konuda yemin de edebilirim” anlamında kullanılır.

Yenilir yutulur gibi değil: 1. Yenmeyecek nitelikte (yiyecekler için). 2. Aşırı, çok pahalı. 3. Çok ağır, kabul edilmez (söz). 4. Kendisiyle başa çıkılamayacak durumda olan.

Yer almak: 1. Bir şey yapanların arasında bulunmak. 2. Adına ayrılan yerde bulunmak.

Yer cücesi: Ufak tefek olduğu gibi kurnaz, fitneci, çok bilmiş kimse.

Yer demir gök bakır: “Hiçbir yerden yardım alma umudu kalmadı, bütün kapılar kapalı, yardım imkânları ortadan kalktı, kime baş vurdumsa elim boş döndüm” anlamında çaresizliği anlatmak için kullanılır.

Yerden yere çalmak: Çok hırpalamak, acınacak duruma düşürmek, zor durumlarda bırakmak.

Yere bakan yürek yakan: Uslu, uysal, sessiz görünüp gizliden gizliye ve sinsice dolap çeviren, kötülük yapan kimse.

Yere göğe koyamamak: Çok önem vermek, nasıl ağırlayacağını ve memnun edip mutlu kılacağını bilememek.

Yer etmek: 1. İz bırakmak. 2. İyice yerleşmek.

Yerinde duramamak: Sürekli hareket etmek, kıpırdanmak, sabırsızlanmak, içi içine sığmamak, eyleme geçmek için telâş içinde dolaşmak.

Yerinden oynamak: 1. Bulunduğu bir yerden ayrılmak. 2. Hareketli, heyecanlı, gürültülü, karışık bir zaman yaşamak.

Yerinden oynatmak: Yerini değiştirip başka bir yere kaldırmak.

Yerinde saymak: 1. Yürür gibi yaparak hep aynı yerde ayaklarının birini kaldırıp birini basmak. 2. Hiç gelişme, ilerleme gösterememek.

Yerinde yeller esmek: Yok olmak, artık bulunmamak.

Yerin dibine geçmek: 1. Çok utanmak, sıkılmak. 2. Kaybolmak, göze görünmez olmak.

Yerine geçmek: 1. Görevden ayrılan birinin yerine geçmek. 2. Bulunmayan bir nesnenin yerine kullanılabilmek.

Yerini bulmak: 1. Aradığı bir yeri bulmak. 2. Yerine gelmek. 3. Kendine uygun durumu, mevkiyi bulmak.

Yerini doldurmak: 1. Daha önce görevinden ayrılan, yerine geçtiği biri kadar başarılı olmak. 2. Yerinin adamı, görevinin üstesinden gelir olmak.

Yeri yurdu belirsiz: Serseri; ne iş yaptığı, nerde kaldığı, nereli olduğu bilinmeyen.

Yerle bir etmek: Bir yeri yakıp yıkmak, tahrip etmek, temeline kadar söküp dağıtmak, taş taş üstüne bırakmamak.

Yerli yersiz: Uygun olsun olmasın, uygun zamanı kollamadan.

Yer tutmak: 1. Bir yeri kaplamak. 2. Birine bir yer ayırmak.

Yer vermek: 1. Önemini belirtmek. 2. Kendi yerini bir başkasına vermek. 3. İmkân tanımak.

Yer yarılıp içine girmek: 1. Çok utanmak. 2. Yitirilen şey bir türlü bulunamamak.

Yer yerinden oynamak: Bir olay toplumda telâş, heyecan, gürültü, patırtı, kargaşa oluşturmak.

Yeşil ışık yakmak: Bir şeyin olmasına izin vermek, göz yummak.

Yılan hikâyesi: Bir türlü sonuca bağlanamayan, çözümlenemeyen, uzayıp giden (mesele ya da iş).

Yılanın kuyruğuna basmak: Zararı dokunacak, kötülük yapacak bir kimseye ilişmek ya da sataşmak yoluyla fırsat vermek.

Yıldırımları (veya şimşekleri) üstüne çekmek: Kimi davranışlarıyla pek çok kimseyi kızdırarak eleştirilere, saldırılara yol açmak.

Yıldırımla vurulmuşa dönmek: Ansızın ortaya çıkan kötü bir durum karşısında sarsılmak, ne yapacağını bilemez olmak, bitkin ve şaşkın bir duruma düşmek.

Yıldızı barışmamak: Aralarında görüş, düşünce ve duygu ayrılıkları bulunup birbirlerinden hoşlanmamak, birbirleriyle iyi geçinmemek, anlaşıp uyuşamamak.

Yıldızı parlamak: Çok başarılı olup herkesin dikkatini çekecek duruma gelmek, ün kazanmak.

Yıldızı sönmek: Ününü ve itibarını kaybetmek.

Yiğitlik sende kalsın: “Karşısındaki anlamasa da hoşgörü göster, özveride bulun, ılımlı davran, böylelikle soylu davranışını göstermiş olursun” anlamında bir anlaşmazlığa son vermek için taraflardan birine söylenir.

Yiyip bitirmek: 1. Parayı tüketinceye dek harcamak. 2. Yemeği sonu gelinceye kadar yemek. 3. Birini üzmek, tedirgin etmek, devamlı hırpalamak.

Yok canım!: 1. Gerçek mi, öyle mi? 2. Hayır inanmam, doğru değil bu!

Yok devenin başı!: “Daha neler, çok abartıyorsun, bu sözlere inanmam” anlamında, söylenenlere inanılmayacağını anlatmak için kullanılır.

Yok pahasına: Son derece ucuz, değerinin altında bir fiyata, ölü fiyatına.

Yol açmak: 1. Yeni bir yol yapmak. 2. Herhangi bir sebepten ötürü kapanmış yolu açmak, geçilir duruma getirmek. 3. Birinin geçmesi için kenara çekilip geçme önceliği tanımak. 4. Bir olayın başlamasına sebep olmak, öncülük etmek.

Yola çıkmak: 1. Bir yere gitmek üzere bulunduğu yerden ayrılmak..”

Yola düşmek: Bir zorunluluk sebebiyle yola çıkmak, yol almaya başlamak.

Yola gelmek: Ters tutumunu düzeltmek, uslanmak, istenilen biçimdeki davranışı kabul etmek.

Yola getirmek: Birinin bir konudaki ters tutumunu düzeltmek.

Yol almak: 1. Çıkılan yolda ilerlemek.”Bir saatte epey yol alırız.” 2. Mesleğinde ilerlemek.

Yol aramak: Bir meseleye çare bulmaya çalışmak, imkân aramak.

Yol bulmak: Bir çözüm, bir çare bulmak.

Yoldan çıkmak: 1. Bir taşıt bir sebeple yolundan ayrılmak, gitmez olmak. 2. Kötü yola sapmak, doğru yoldan ayrılmak, azgınlığa düşmek.

Yoldan kalmak: Gitmek istediği yere gidememek, alıkonmak, bir engel dolayısıyla gecikmek.

Yol geçen hanı: Hemen herkesin girip çıktığı, uğradığı yer.

Yol göstermek: 1. Rehberlik etmek, yolu bilmeyene tarif etmek, nasıl gidileceğini anlatmak. 2. Nasıl davranılacağını, ne yapılacağını öğretmek.

Yol iz bilmemek: 1. Bulunduğu yerde yabancı olup gideceği yolu ve yeri bilmemek. 2. Görgüsüz davranmak.

Yol kesmek: 1. Birinin geçmesine engel olmak. 2. Issız yerlerde, yollarda soygunculuk yapmak.

Yol tutmak: Yaşayışını inandığı, doğru bildiği bir düzende sürdürmek.

Yolu (ayağı) düşmek: Yolu üzerinde bulunan o yerden geçmesi gerekmek; o yer, yolu üzerinde bulunmak.

Yoluna çıkmak: 1. Karşılamaya gitmek. 2. Yolda karşısına çıkmak.

Yoluna (rayına) girmek: İstenilen biçimi almak, gerekli olan şekilde gelişmek.

Yoluna koymak: Bir işi olumlu bir duruma sokmak, istenilen şekle getirmek.

Yolunu beklemek: Gelmesini beklemek.

Yolunu bulmak: 1. Kanunî olmayan yollardan kazanç sağlamak. 2. Çözüme ulaşmak, gereken çareyi bulmak.

Yolunu kaybetmek: Hangi yoldan gideceğini bilememek, şaşırmak.

Yolunu sapıtmak: Kötü yola düşmek, doğru yoldan ayrılmak.

Yolunu yapmak: Bir işi olumlu sonuca ulaştıracak ya da mümkün kılacak girişimde bulunup hazırlık yapmak veya tedbir almak.

Yolu tutmak: Bir yoldan kimseyi geçirmeyecek biçimde düzen kurmak.
Yol yordam: Bir şey, davranış ya da yapışın usul ve kuralları.

Yorgan gitti, kavga bitti: “Kavga, çekişme, anlaşmazlık nedeni olan şey ortadan kalkınca kavga da sona erdi.” anlamında kullanılır.

Yorgunluğunu almak: 1. Yorgun kişi, yorgunluğunu gidermek için dinlenmek. 2. Yorgun birini dinlendirmek.

Yorgunluğunu çıkarmak: 1. Dinlenmek. 2. Yaptığı işten, dinlenmesini sağlayacak iyi bir haber alıp huzur içinde olmak.

Yörüngesine oturtmak: 1. (Uydu) istenilen yerde ve yönde hareket eder olmak. 2. Bir iş yoluna girmek, rayına oturmak.

Yufka yürekli: Çok duygulu olup olaylardan hemen etkilenip ağlayan, çok acıyan, üzülen kimse.

Yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal: İki davranış, iki kimse, iki karşıt şey arasında bir tercih yapamama zorluğunu anlatmak için kullanılır.

Yumruk kadar: 1. Küçücük, bir yumruk büyüklüğünde ancak (nesne). 2. Küçük çocuk.

Yumurta kapıya gelmek: Yapılması gereken bir iş için zaman daralmış olmak, iş çok sıkışık zamana rastlamak.

Yumurtaya kulp takmak: Hemen her şeye bir kusur bulmak, bahane bulmakta usta olup hiçbir şeyi beğenmemek.

Yumuşak yüzlü: Kendisinden istenilenleri geri çevirmeyen, kimseyi gücendirmek istemeyen kimse.

Yuvarlak hesap: Ayrıntıya girmeden, bir bütün sayıya yaklaşık olarak tamamlanabilen hesap.

Yuvarlanıp gitmek: Eldeki imkânlar içinde hayat sürmek.

Yuvasını bozmak: Ev ve aile düzenini bozmak, dağıtmak, alt üst etmek.

Yuvasını yapmak: Birinin hakkından gelmek, hakettiği ceza ya da cevabı vermek.

Yuvasını yıkmak: 1. Birinin eşinden ayrılmasına yol açmak. 2. Bir kimse eşinden ayrılarak aile düzenini bozmak, yok etmek.

Yük altına girmek: Sorumluluk gerektiren, ağır bir görevi kabul etmek.

Yük olmak: 1. Sıkıntılı bir işi başkasına yaptırmak. 2. Masraflarını başkasına ödetmek.

Yükseklerde dolaşmak: Elde edilmesi zor şeyler istemek.

Yüksek perdeden konuşmak: 1. Yüksek sesle konuşmak. 2. Meydan okurcasına sert konuşmak. 3. Yapılması güç şeyleri yapacakmış gibi abartılı konuşmak.

Yüksekten atmak: Yapamayacağı şeyleri söylemek.

Yükte hafif pahada ağır: Taşınması kolay, değerli eşya (altın, elmas gibi.)

Yükün altından kalkmak: 1. Üzerine aldığı ağır bir işi başarmak. 2. Gördüğü bir iyiliğin karşılığı olarak bir şeyler yapmak.

Yükünü tutmak: Çok zenginleşmek, para ve mal kazanmış olmak.

Yüreği ağzına gelmek: Birden bire çok korkmak, kalbi yerinden fırlayacakmış gibi hızlı hızlı atmak.

Yüreği cız etmek: Çok acımak, içi sızlamak.

Yüreği çarpmak: 1. Korku ve kaygı duyup merak etmek, bu sebeple tedirgin olmak. 2. Yüreği hızlı vurmak.

Yüreği dayanmamak: Çok acı duymak, acısına katlanamamak.

Yüreği ezilmek: 1. Üzülmek, çok acı duymak. 2. Çok acıkmış olmak.

Yüreği hop etmek: Bir olay karşısında birdenbire korkup heyecanlanmak.

Yüreği ferahlamak: İçi kaygıdan, sıkıntıdan kurtulmak.

Yüreği kabarmak: 1. Midesi bulanmak. 2. Merak, kaygı, korku ve sıkıntı yüzünden derin bir soluk alma gereği duymak.

Yüreği kalkmak: Heyecanlanmak.

Yüreği kararmak: İçine bir karamsarlık, bir sıkıntı çökmek; iyimserliği ortadan kalkmak.

Yüreği katı: Acımasız, acıma duygusundan yoksun kimse.

Yüreğine (içine) dert olmak: Birine karşı ya da birinin kendine karşı yaptığı bir davranış sonradan kendisi için acı, üzüntü kaynağı olmak.

Yüreğine inmek: 1. Birdenbire ölmek. 2. Büyük ölçüde üzülmek.

Yüreğine (içine) işlemek: Çok tesirli olmak, derinden acı vermek.

Yüreğine od düşmek: Yüreği yanmak, belli bir sebep sonucu büyük bir acı duymak, çok üzülmek.

Yüreğine su serpilmek: Duyduğu üzüntüyü hafifletecek bir haberle karşılaşmak, ferahlamak.

Yüreği küt küt atmak: Korku ve heyecandan yüreği hızlı hızlı çarpmak.

Yüreği oynamak: Ansızın heyecanlanmak veya korkmak, tedirgin olmak.

Yüreği (içi) parçalanmak: Çok acımak, karşılaştığı bir durum sebebiyle çok üzüntü duymak.

Yüreği pek: 1. Korkusuz, yürekli, çok cesaretli. 2. Yüreği katı.

Yüreği yanmak: 1. Çok fazla acımak. 2. Bir felâkete uğramak.

Yürükten bağlanmak: İçten, samimi olarak sevgi ve saygı duymak.

Yürürlüğe girmek: Bir kanun ya da kararname uygulanmaya başlamak.

Yüzünü ağartmak: Yakınlarının övünç duymasına neden olacak beğenilir bir iş yapmak.

Yüz bulmak: Kendisine gösterilen hoşgörüden yararlanma yoluna gidip şımarmak, hoşa gitmeyen davranışlarda bulunmak.

Yüze gülmek: 1. Sevimli, çekici görünmek. 2. Yalandan dost görünmeye çalışmak.

Yüze vurmak: İşlediği bir suçu ya da kabahati birinin açıkça yüzüne söyleyip onun utanmasına yol açmak.

Yüze yüze kuyruğuna gelmek: Uzun süren bir işin sonuna yaklaşmış olmak.

Yüz görümlüğü: Güveyin gelinin duvağını açarken verdiği armağan.

Yüz göz olmak: Senli benli olmak ve birbirinden çekineceği kalmamak, aradaki mesafe kalkmış olmak, lâubalileşmiş olmak.

Yüz karası: 1. Utanılacak bir durum. 2. Ailesi, çevresi için utanç verici bir iş yapmak.

Yüz kızartıcı: Çok utandırıcı hareket veya durum.

Yüz dökmek: Zorlanarak, utanmayı ve sıkılmayı göze alarak, yalvararak bir kimseden ricada bulunmak.

Yüz tutmak: Bir şey olmak üzere bulunmak.

Yüzde kalmak: 1. Derinleştirmemek. 2. Önemli şeyler meydana getirmemek.

Yüzü ak: Suçu, utanılacak durumu bulunmamak; temiz ve saf olmak.

Yüzü görmemek: Kimi şeylere hiç sahip olamamak, onlardan uzak bulunmak.

Yüzü gözü açılmak: 1. Çevresi ile ilişkilerini geliştirmeye başlamış olmak, dünyayı anlamaya başlamak. 2. İyiyi kötüyü, kendine yarayanı ayırt edici duruma gelmek.

Yüzü gülmek: 1. Sevinci yüz hatlarında anlaşılır olmak. 2. Neşelenip sıkıntıdan kurtulmak, feraha kavuşmak.

Yüzü kalmamak: Bir kimseye karşı pek borçlu bulunmak ve ondan artık bir şey isteyecek hâli kalmamak.

Yüzü kara: Utanacak bir durumu olan.

Yüzü kasap süngeri ile silinmiş: Utanacak, sıkılacak, arlanacak yanı kalmamış; arsız.

Yüzünden (suratından) düşen bin parça olmak: Sıkıntısı, öfkesi ve küskünlüğü yüz ifadesinden belli olmak.

Yüzünden okumak: 1. Ezberden değil, yazılı kâğıttan ya da kitaptan okumak. 2. Neler hissettiğini, durumunu yüzünden anlamak.

Yüzüne bir daha bakmamak: Darılıp küsmek, bir daha konuşmamak; önemsemeyip ilgisiz kalmak.

Yüzüne kan gelmek: Benzi beti yerine gelmek, sağlığına kavuştuğu yüzünün kızarmasından belli olmak; soluk rengi geçmek.

Yüzünü ağartmak: Yakın çevresinin övünç duymasına neden olacak bir iş yapmak veya başarı kazanmak.

Yüzünü ekşitmek: Rahatsız olduğunu, hoşnut olmadığını, öfke duyduğunu yüz ifadesiyle belli etmek.

Yüzünü gören cennetlik: Uzun bir süre ortalıkta görünmeyen kimseler için kullanılır.

Yüzünü kara çıkarmak: Yaptığı bir iş ya da davranışla birini utandırmak, mahçup duruma düşürmek.

Yüzünü kızartmak: Birini utandırıp yüzünün kızarmasına yol açmak.

Yüzünün akıyla çıkmak: Bir işe girip o işten başarı elde ederek, onurunu zedelemeden, utanılacak bir duruma düşmeden çıkmak.

Yüzü sirke satmak: Yüzünden hoşnut olmadığı anlaşılmak, asık yüzlü olmak.

Yüz üstü bırakmak: Tamamlanmamış bir durumda, yarı yolda bırakmak.

Yüzü soğuk: Ürküntü veren, hoşnutluk vermeyen, sevimsiz,

Yüzü suyu hürmetine: Bir kimsenin hatırına değer verildiği için.

Yüzü tutmamak: Bir şey istemeye ya da söylemeye çekinmek, cesaret edememek.

Yüzü yerde: Alçakgönüllü.

Yüzü yok: “Bir şeyi yapmaya cesareti yok, öyle yanlışlıklar yaptı ki teklif etmeye utanıyor.” anlamında kullanılır.

Yüz vermek: Her istediğini yerine getirerek şımartmak; yakınlık göstererek, hoş görülü davranarak ölçüsüz hareketler yapmasına sebep olmak.

Yüz yüze bakmak: Yakın ilişki içinde bulunup, bu ilişkileri bir süre devam etmek.

Yüz yüze gelmek: 1. Birden karşılaşmak. 2. Bir araya gelmek.

“Z” Harfiyle Başlayan Deyimler

Zahmet çekmek: Sıkıntı, güçlük, yorgunluk ve eziyetlere katlanmak.

Zahmete sokmak: Birine sıkıntı, güçlük ve yorgunluk vermek; masraf ettirmek.

Zaman kazanmak: Birini oyalayarak ihtiyacı olduğu zamanı mümkün olduğunca uzatmaya çalışmak.

Zaman kollamak: 1. Uygun bir fırsat beklemek. 2. Bir işin sırasını beklemek.

Zaman öldürmek: Kimi şeylerle uğraşarak belli bir zamanın geçmesini sağlamak, boş şeylerle vakit geçirmek.

Zaman vermek: Bir iş için belli bir süre ayırmak.

Zaman zaman: Belli olmayan zamanlarda, ara sıra.

Zamane çocuğu: Eski nesle göre hayli yadırganacak davranışlarda bulunup sözler sarf eden kimse.

Zar tutmak: Tavla oyununda istediği sayıyı getirmek için, atmadan önce, zarlara parmaklar arasında belli bir biçim verip öyle atmak.

Zart zurt etmek: Bağırıp çağırarak, yükseklerden atıp tutarak çıkışmak; kendini büyük göstererek kaba kuvvet gösterisinde bulunmak.

Zar zor: 1. Güçlükle, zorla. 2. “Ucu ucuna, kıt kanaat, istenilen ölçüye ancak yaklaşabildi.” anlamında kullanılır.

Zehir etmek: Bir şeyin tadını kaçırmak, iyiyken kötü duruma sokmak.

Zehir zemberek: İnsanın içine işleyen, onurunu zedeleyen çok acı söz.

Zembereği boşanmak: 1. Saatin zembereği kurulmaz duruma gelmek. 2. Kendini tutamayarak uzun uzun gülmek.

Zemheri zürafası (gibi): Kışın ince elbise giyip gezenler için söylenir.

Zemin hazırlamak: Bir işin gerçekleştirilmesi için uygun ortam hazırlamak, meydana getirmek.

Zemzemle yıkanmış olmak: Biri, ötekine göre çok daha iyi nitelikte olmak.

Zerre kadar: Hiç denecek kadar az.

Zevahiri kurtarmak: Bir işi gereği gibi değil de üstünkörü yapmak ve böylece söz gelmesini önlemek, görünüşü kurtarmak.

Zeval bulmak: Son bulmak, bozulup yok olmak, çökmek.

Zeval vermemek: Zarar ziyan vermemek, korumak.

Zevkten dört köşe olmak: Çok mutlu olduğu anlaşılmak, çok sevinip keyiflenmek ve aşırı zevk duymak.

Zevkine varmak: Bir şeyin tadını alabilmek, çıkarmak ve duymak; inceliklerini görebilmek.

Zevkini çıkarmak: Bir şeyin tadından, güzelliğinden olabildiğince yararlanabilmek.

Zeytinyağı gibi üste çıkmak: Bir konuda haksız olduğunu kabullenmeyerek kurnazlıkla kendini haklı ya da suçsuz çıkarmaya çalışmak.

Zıddına gitmek: Karşısındakini sinirlendirmek, sinirini bozmak; bir şeyin tersine hareket etmek

Zılgıt yemek: Azarlanmak, paylanmak.

Zınk diye durmak: Birdenbire, aniden durmak.

Zırnık (bile) vermemek: Az da olsa, en ufak bir şey de olsa vermemek.

Zıvanadan çıkmak: 1. Çok sinirlenip öfkelenmek, taşkınca hareketlerde bulunmak. 2. Delirmek, aklını oynatmak.

Zihin açıklığı: İyi, sağlıklı düşünebilme gücü.

Zifiri karanlık: Çok karanlık.

Zihni bulanmak (karışmak): Sağlıklı düşünemez olmak, olaylar arasındaki bağlantıyı kaybetmek, ne yapacağını şaşırmak.

Zihnini bulandırmak: 1. Kuşkulandırmak. 2. Düşünemez hâle getirmek.

Zihnini çelmek: 1. Bir kimseyi yanıltmak. 2. Kandırıp baştan çıkarmak.

Zihnini kurcalamak: Aklına takılan bir şeyi anlamaya, kavramaya çalışmak.

Zihnini oynatmak: Çıldırmak, aklını yitirip delirmek.

Zil takıp oynamak: Çok sevinmek.

Zimmetine geçirmek: 1. Kendine mal etmek. 2. Bir hesabı birinin borcuna eklemek.

Zincire vurmak: Prangaya vurmak (mahkûmu).

Zindan kesilmek: 1. Çok karanlık duruma gelmek. 2. Yaşanılan yer çok sıkıntı verici, yaşanılamayacak derecede kötü hâle gelmek.

Ziyafet çekmek: Konukları yemek vererek ağırlamak.

Ziyan etmek: Yersiz, boş yere harcamak.

Ziyanı yok: “Önemli değil, önemi yok!” anlamında kullanılır.

Ziyaret etmek: Birini görmeye, biriyle görüşmeye, bir yeri görmeye gitmek.

Zokayı yutmak: Aldatılıp zarara sokulmak.

Zora binmek: İş güçleşmek, ancak zor kullanarak halledilecek hâle gelmek.

Zora gelmemek: Sıkıntıya ve baskıya katlanamamak, güçlüğe sabredememek.

Zorun ne?: “Ne istiyorsun, amacın ne?” anlamında kullanılır.

Zoru olmak: Kendisini zorlayan bir sıkıntısı, derdi olmak.

Zurnanın zırt dediği yer: Yapılmakta olan işin en hassas, en önemli, en can alıcı noktası.

Züğürt tesellisi: Kötü bir işte en önemli şeyi kaybettiği zaman bazı önemsiz, iyi olmayan bir yan bularak sevinmek ve kendini avutma.

Zülfüyâre dokunmak: İşle ilgili olanı, hatırlı ve güçlü kimseyi veya yüksek bir makamı kimi söz ve davranışlarla gücendirmek, darılmasına yol açmak.

 

 


www.HalilAlpaslan.COM http://www.ders.org/toplist/



Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol