DÜŞÜNCENİN BİLİMİN GELİŞİMİNE OLAN ETKİSİ
İlkçağdan günümüze düşünme biçimlerine göre bilimsel gelişmelerin izlediği yol
Bilim, sanat ve teknoloji gibi alanlar birer insan başarılarıdır. Bu başarılar tüm insanlığın ortak mirasını oluştururlar. Bu alanlar insan olarak bizlerin olanaklarını gerçekleştiren ve değerimizi korumaya yönelik alanlardır. Dolayısıyla bizi diğer canlı türlerinden ayırt edici özelliğe sahiptirler. Bu bağlamda aklın ve düşüncenin biçimlendiği kendini ifade ettiği, ortaya koyduğu, yansıttığı alanlardır. Bizim bu yazıda yapmaya çalışacağımız antik dünyadan başlayarak modern dünyaya uzanan bir süreçte düşüncenin (özgür düşünce, nitelikli düşünce) özelde bilime, genelde felsefeye, sanata teknolojiye olan etkilerini ele almaktır. Kısacası yapmaya çalışacağımız çağlar boyunca düşünme biçimlerinin bilimin gelişimini nasıl etkilediğini ortaya koymaktır. Örneğin, ilkçağdaki düşünme ortamı ile ortaçağdaki düşünme ortamı, bilimin gelişimine nasıl bir etkide bulunuyor? Farklı bir etkide bulunduğu kuşku götürmez bir gerçektir. Birkaç yoldan göstermeye çalışacağımız ve temel iddiamız; düşüncenin özgürleştiği, her türlü otoriteden bağımsız olduğu; dolayısıyla aklın başka akılların hükmünde bulunmadığı koşullarda bilim, felsefe, sanat özgürleşmekte, gelişme göstermekte, değerli faydalı alanlar olmaktadır.
İlkçağda Düşünme Biçiminin Bilimin Gelişimine Olan Etkisi
İlkçağ felsefesi ve bilimi denilince Yunan Felsefesi ile bu felsefeye sisteminden varolmuş olan Helenizm – Roma felsefesini anlıyoruz. Belli bir tarih dönemini kapsayan bu dönem ilk yazılı belgelerle başlar. Yaklaşık olarak MÖ 4000’li yıllardan başlayıp MS 476 yılında Batı Roma İmparatorluğunun çöküşüne kadar sürer. Bu uzun zaman aralığında birçok uygarlık doğup gelişmiştir. Başlıca önemli uygarlıklar Mısır, Mezopotamya (Sümer, Babil, Asur, Akad), Hitit, Yunan ve Roma uygarlıklarıdır. İlkçağ kavramı bütün bu kültürleri içine alır. Antik dünya denildiğinde kastedilen ilkçağ kültür dünyasıdır.
Biz ilkçağ kültür dünyasını ele alırken yalnız Yunan bilim ve felsefesini ve bundan türemiş olan kültür dünyasını ele alacağız. Neden bin yıllarca sürmüş olan bu çağın, felsefe ve bilim bakımından başarısını yalnız Yunanlılarda arıyoruz? İlkçağı bir bütün olarak neden ele almıyoruz? Sorduğumuz bu sorularla ilkçağa ilişkin olarak göstermeye çalışacağımız ve iddiamızı destekler nitelikteki farklılık şudur: Yunan kültür dünyası ile doğu medeniyetleri diye nitelendirdiğimiz (Mısır, Mezopotamya, Hitit) uygarlıkların düşünme biçimlerinin; dolayısıyla bilim uğraşlarındaki farklılıklarını göstermeye çalışmaktır. Şunu belirtmekte fayda var. İlkçağda bilim yapma ile felsefe yapma dolayısıyla filozof ile bilim adamı aynı şey idi. Biz bu iki alanın gelişimini ele alırken bunlardan kültür dünyası diye bahsedeceğiz.
Yunan kültür dünyası dışındaki kültürlerdeki bilimsel uğraşlar farklı bir biçimde gelişme göstermiştir. Şöyle ki Mısır, Mezopotamya gibi doğu medeniyetlerindeki bilimsel uğraşlar, ya bir takım dini unsurlardan ya da pratik amaçlardan kaynaklanıyor idi. Örneğin, Mısırlılarda anatomi ve geometri gelişmişti. Mısır’da anatominin gelişmesinin nedeni Mısırlıların dini inançları gereği ölülerini mumyalamalarıdır. Ayrıca Mısır’da ülke için hayati önem taşıyan Nil’in yıllık taşmalarını düzenlemek için kanal açma zorunluluğu Mısır geometrisini ortaya koyup geliştirmiştir. Yıldızlara tapan Babilliler, bu dinsel inançları doğrultusunda astronomi alanında ilerleme sağlamışlardır. Burada ki astronomi ilminin gelişimi dinin hizmetindeydi. Sümerlilerin tekerleği icat etmeleri de pratik amaçlı idi.
Yunan öncesi bilimsel uğraşların tümü, ya dini inanışlardan ya da gündelik yaşamı kolaylaştıran pratik ihtiyaçlardan kaynaklanıyordu. Antik Yunan dünyası düşünme biçimini ve bilim yapma tarzını doğu medeniyetlerinden ayıran özelliği felsefeci Bryan Magee şöyle belirtiyor.
“Antik Yunan dünyasında ilk filozoflar yani bilim adamları geçmişten aynı anda ilk, iki büyük kopuşu gerçekleştirdiler. İlk önce dine, vahye, otoriteye ya da geleneğe başvurmadan kendi akıllarını kullanarak dünyayı anlamaya çalıştılar. Bu kendi başına tümüyle yeni bir şeydi ve insanın gelişmesinde en önemli köşe taşlarından birini oluşturdu. Fakat aynı anda diğer insanlara akıllarını nasıl kullanacaklarını ve kendi başlarına nasıl düşüneceklerini de öğrettiler. Dolayısıyla öğrencilerinin bile kendileriyle mutlaka aynı düşüncede olmalarını beklemediler. Onlar bir bilgi birikimini saf ve lekesiz bir biçimde aktarmak yerine onları tartışmaya, müzakere etmeye, kendi düşüncelerini ileri sürmeye ve savlarını kanıtlamaya özendiren ilk öğretmenlerdir.” (Magee, 12).
Başka bir Türk felsefecisinin belirttiği gibi ilkçağda bilim adamı tipini yalnız Yunanistan’da bulabiliyoruz. Bir yandan hayatının en yüksek ereğini bilgide bulan, bilmek için yaşayan; öbür yandan edindiği bilgileri yaşamasına temel yapmak isteyen filozof denilen bu insan tipi ancak Yunanistan’da var. Bir Thales, bir Protagoras, bir Empedokles böyle bir insan için tipik örneklerdir. Eski doğu kültürlerinin hepsinde bulduğumuz bir kurum Tanrı ile kul arasında aracılık eden, dolayısıyla gizli esrarlı bir takım güçlere sahip olduğuna inanılan kapalı rahipler kastı, Yunanistan’da hiçbir zaman olmamıştır. Burada din adamı yerine araştırıcıyı, düşünürü buluyoruz.” (Gökberk, 15).
Prof. Bryan Magee ve Macit Gökberk’in belirttiği gibi ilk bilim yapma aynı zamanda felsefe yapma etkinliğini Eski Yunanda görüyoruz. Örneğin bilimsel düşüncenin göreli olarak en arınmış biçimiyle ilkin Miletli Thalesle ortaya çıktığını görüyoruz. Thales dar anlamıyla felsefe tarihinin başında bulunan düşünürdür. Thales en fazla “Evrenin ana maddesi nedir?” sorusu üzerinde durmuştur. Thales’in yapmaya çalıştığı şey varolan her şeyin ana maddesini bulmaktı. Thales gözlemleri ve deneyimleri sonucu var olan her şeyin “su” dan meydana geldiği sonucuna vardı. Bu gün biz biliyoruz ki bu düşünce yanlıştır. Fakat Thales’in düşüncesini değerli kılan doğal olayları doğal nedenlerle açıklaması, mitolojiden ve otoriteden bağımsız düşünüp gözlem ve deneyimler sonucu bilimsel çalışmada bulunmasıdır. Onu felsefenin ve bilimin başlatıcısı kılan özellik budur.
Sonuç olarak Eski Yunan’da doğu uygarlıklarından farklı olarak bilim ve felsefe yapma koşullarının (Bu günkü anladığımız anlamda bilim ve felsefe yapma) oluştuğunu görüyoruz. Şöyle ki yukarıda belirtildiği üzere, doğu uygarlıklarındaki bilimsel uğraşlar dini ve pratik ihtiyaçlardan kaynaklanıyor idi. Fakat Antik dünyadaki bilimsel uğraşların temelinde teorik ihtiyaçlar vardı. Yani bilimsel uğraşların temelinde bilmek için, bilmek ilkesi vardı. Merak ve şüphenin sonucunda sorgulama süreci başlamış her verilen cevap yeni bir sorgulamaya zemin hazırlamıştır. Yukarıda belirttiğimiz bütün bu gelişmelerin dışında, Antik Yunan dünyası ekonomik, sosyal ve siyasal bakımdan belli bir düzeye ulaşmış bir uygarlıktır. Katı bir din anlayışının olmadığı ve günümüzden bakıldığında ilkel de olsa bir demokrasiye sahip olan bu insanlar bu koşulların yarattığı özgür ortamda insanın dünyadaki varlık nedenini sorgulamaya başlıyorlar. Ve bir bakıma dinin ve otoritenin söylemlerinden sıyrılıp özgür düşünmenin, nitelikli düşünmenin, eleştirel ve sorgulayıcı düşünmenin ilk ifadesi niteliğindeki “biz neyiz, nereye gidiyoruz?” sorularına cevap arıyorlar. Bu sorular bilimin ve felsefenin oluşumunu sağlayan ilk düşüncelerdir. Belirttiğimiz gibi nitelikli düşünme bilimin ve felsefenin gelişimi için ön koşul oluşturmaktadır. Sonraki süreçte Ortaçağ’a gelindiğinde belirli koşulların değişmesinden dolayı düşünme biçimi değişmiş ve buna bağlı olarak bilim ve felsefedeki gelişmeler de farklı bir hal almıştır.
Ortaçağdaki Düşünme Biçiminin Bilimin Gelişimine Olan Etkisi
Antik uygarlığın sona ermesiyle İtalyan Rönesans’ının başlaması arasında geçen bin yıllık dönem Avrupa için karanlık dönem sayılır. Batı Roma İmparatorluğunun yıkılışı, Hıristiyanlığın Avrupa’da yayılması sonucunda Avrupa’da gücü sorgulanamayan bir kurum ve zümre olan kilise ile rahipler sınıfı ortaya çıktı. Kilise Hz. İsa’nın yeryüzündeki evi Papa da onun dünyadaki vekiliydi. Bu nedenden dolayı kilise ve rahiplerin uygulamalarına bu çerçevede koşulsuz itaat gösterilmesi gerekiyordu. Öyle ki kilise bir kralı tahtından edebilecek güce ulaşmıştı.
“Manastırların bir tür üniversite işlevi gördüğü ortaçağ boyunca okuma ve öğrenme rahiplerin tekeline düşmüş gibiydi. Antik Yunan yapıtlarının hemen hepsi kaybolmuştu. Din ve büyünün düşünce üzerindeki baskısı çok ağırdı. St. Augustine (354–490), “Tanrı doğayı insan için yaratmıştır” diyor ve tüm evrenin amaç ve kökeninin ruhsal olduğunu öne sürüyordu. Yunan kültürüne özgü, evreni sırf anlamak ve bilmek için inceleme tutkusu yerini öteki dünyada Tanrı ile bütünleşme umuduna bırakmıştır. “Doğayı ve dünyanın evren içindeki yerini tartışmak” diyordu, Aziz Ambrose, “bize öteki dünyada erişmek ümidini taşıdığımız yaşam yönünden hiçbir yardım sağlamaz.” (Yıldırım. 58).
Cemal Yıldırım’ın ifade ettiği gibi Ortaçağ Avrupa’sında amaç diğer dünya için yaşamaktı. Ortaçağdaki düşünce biçimi değişmiş, her şey inancı temellendirmek için oluşturulmuştur.
Antik dünyadaki eleştiren, sorgulayan düşünce sisteminin ve onun sonucu olan bilimsel gelişmelerin ortaçağa gelindiğinde durduğunu görüyoruz. Bu sebeptendir ki düşünce tarihimizde bu dönem karanlık dönem olarak adlandırılır. Bilim, felsefe ve sanat din kurumunun hizmetinde olduğu göz önüne alındığında bir bilimsel uğraş veya felsefi düşünce dini inançlara aykırı olmadığı takdirde geçerliydi. Fakat doğu dünyasına bakıldığında dinin ve dinsel kurumların felsefi ve bilimsel düşüncenin gelişimini engelleyecek düzeyde katı ve baskıcı bir unsur olmadığı görülüyor. Dolayısıyla ortaçağda İslam dünyası bilimin gelişmesinde önemli bir yere sahiptir. Bu gelişme iki yönlü olmuştur. Birincisi İslam dininin bilgiye verdiği önem sonucu, İslam bilginlerinin Eski Yunan eserlerini Arapça’ya çevirmesi, ikincisi de bu çevirilerin sonucunda başlayan bilimsel etkinlikle o günkü bilimsel gelişmelere yeni katkılarda bulunulmasıdır. Örnek olarak Harezmî’nin on tabanlı sayı sistemini oluşturması, İbni Sina’nın tıp alanındaki çalışmaları ile El Hazen’in yaptığı optik çalışmalarla görmeyi ve ışığın kırılma yasalarını açıklaması verilebilir. Doğuda bu gelişmeler ışığında, refah ve zengin bir yaşama ortamı varken batıda skolâstik düşüncenin kilise ile egemen sınıfın ezdiği ve kendine bir çıkış noktası arayan bir insan tipi var idi. Batının karanlık ortaçağdan kurtulması coğrafi keşiflerin gerçekleştirilmesi sonucu İslam yani Doğu dünyasını keşfiyle başladığını görüyoruz.
Rönesans ve Reform Dönemindeki Düşünce Biçiminin Bilimsel Gelişme Etkisi
Avrupa’da coğrafi keşifler sonucu yeni bir sınıf oluştu. Kentsoylular (Burjuvalar) bu sınıf ne din adamları gibi kutsal ne de yönetimi elinde tutan insanlar gibi asil idi. Burjuvalar genelde ticaretle uğraşan, bu uğraş sonucu zenginleşip güçlenen bir sınıftı ve bu çerçevede din adamlarından ve asillerden farklı olarak kendi kültürlerini yaratmak istiyorlardı. Bu istekleri doğrultusunda sanata ve sanatçıya destek verdiler. Bunun sonucunda 14. ve 15.yüzyılda “Rönesans” olarak adlandırılan sanatta ve edebiyatta yeniden doğuş gerçekleştirilmiş oldu. Bu da özgür ve yaratıcı düşünme önündeki engelleri kaldıran bir unsur olmuştur. Rönesans’la birlikte başlayan süreç sonucunda “Hümanizma” adı verilen bir akım ortaya çıktı. İlk Hümanistler Antik dünyanın eserlerini çeviren, inceleyen araştırmacılardan oluşuyordu (Hümanizma daha sonraları insancılık anlamında kullanılmıştır).
Bu akımla birlikte sadece sanatta ve edebiyatta görülen yeniden yapılanma, canlanma, var olana aykırılık, artık dinsel anlamda da bir sorgulama sürecine girilmesine yol açmıştır. Reform, hareketleri olarak nitelenen bu sorgulama, matbaanın icat edilmesi, böylece İncil’in çoğaltılarak okunmasıyla dogmatik düşünce sistemlerine getirilen eleştirel bakış açısı dini özüne döndürmüştür. İnsanla tanrı arasında bir aracı olmasının sorgulanmasıyla kilisenin otoritesi sarsılmıştır.
“Fransız tarihçisi Michekt, Rönesans’ı dünyayı ve insanı keşfetme olarak niteler. Ünlü tarihçi bununla şunu anlatmak istemiştir herhalde: Rönesans kafası, cennet - cehennem gibi sorunlarla ilgilenmekten vazgeçmiş gözlerini gerçek dünyaya çevirmiştir. Onun için, insanın başka bir dünyadaki geleceği değil, yaşadığı dünyadaki sorunları ve temel değerleri ön plana geçmiştir. Teoloji ve onun hizmetindeki skolastik felsefe yerini gerçeklere dönük özgür araştırma ve öğrenme çabasına bırakmıştır.” (Yıldırım, 78).
Rönesans ve Reformla birlikte kilise babalarının bilimin, felsefenin ve sanatın üzerindeki etkisi zayıflatılmış ve zamanla ortadan kaldırılarak aydınlanma ilkelerine ulaşacak yeni bir düşünce gelişimi kapısı açılmıştır.
Modern Bilim Ve Aydınlanma Dönemi
17 ve 18. Yüzyıl Avrupa’da Aydınlanma çağı olarak bilinir. Amerikan ve Fransız devrimleri, özgür düşünmenin her ulusun kendi kaderini tayin etmesinin gerekliliği, eşitlik ve adalet değerlerini ortaya koymuş. Buna bağlı olarak bu dönemden günümüze de yansıyan aydınlanma idealleri adı verdiğimiz ilkeler oluşturulmuştur. Bu idealler akılcılık, doğacılık, insancılık ve özgürlüktür. Fransız düşünürleri başta olmak üzere bilim ve felsefe dünyasına egemen olan görüş bilime mutlak inançtır. Dolayısıyla din adamlarının yerini, bilim adamları, Tanrının yerini de insan almıştır. Ortaçağdaki yer merkezli evren anlayışı bitmiş ve Güneş merkezli evren anlayışı kabul görmüştür. İnsan aklına duyulan güven Kant’ın şu sözleriyle ifade edilebilir. “Aydınlanma insanın kendi aklıyla düştüğü çukurdan gene kendi aklı sayesinde kurtulduğu dönemdir.” Aydınlanma düşünürü Condorcet ise; insanlığı dünya cennetine götürecek yolun akıl ve bilim olduğunu belirtiyordu.
Artık bu dönemde Modern bilimin temelleri atılmıştır. Newton, Galileo gibi bilim adamalarının düşünceleri yerleşmiş Descartes ve Bacon’ın bilim yönetimi konusundaki çalışmaları sonuç vermiştir. Bacon’ın doğaya egemen olma düşüncesi ve bilimin bu konuda insanlığa yarar sağlaması kabul görmüştür. Bilimsel bilginin teknolojiye dönüşme süreci hızlanmıştır. Bilimdeki gelişmeyle birlikte her alanda icatlar artmıştır. Buharlı makinelerin bulunması, yerçekimi kanunu, temel bilim olan fizikteki gelişmelere örnek olarak verilebilir. Bilimdeki bu ilerleme ve buluşlarla sanayi devriminin kapıları açılmıştır.
19 ve 20. Yüzyıl Dönemi Bilim Anlayışı :
Avrupa’da 19. Yüzyıl Sanayi devriminin olduğu dönemdir. Bu dönemde akıl almaz bilimsel ve teknolojik gelişmeler olmuştur. Öyle ki geçmişte çağlar boyunca ortaya konan bilimsel ve teknolojik gelişmelerden kat ve kat fazla bir ilerleme sağlandığı bir gerçekliktir. İlkçağda başlayan bilimin gelişimi, teorik ve pratik ihtiyaçlarla birleşmiş ve teknolojiye dönüşmüştür. Bilim artık hem teorik ihtiyaçları karşılayan bir alan hem de günlük yaşamda kullanım değeri olan bir alana dönüşmüştür.
Demek ki ilkçağdaki bilimsel gelişmeler ortaçağda sekteye uğramasaydı belki de bugün, şimdilik akıl almaz gibi görünen buluşlar ve keşifleri elde etmiş olacaktık. “19. yüzyılı daha önceki yüzyıllardan ayıran en büyük değişiklik bilim ve endüstri ilişkisinde kendini gösterir. Uzun süre endüstri teorik çalışmalardan etkilenmeksizin ama bazı yönlerden bu çalışmaları etkileyen kendi içinde bir gelişmeydi. 19. yüzyılın ikinci yarısında durum birden bire değişir. Bu konuda sadece elektrik üzerindeki bilimsel çalışmaların endüstriye neler kazandırdığını düşünmek yeter. Telgraf, telefon, dinamo ve günümüzde telsiz, radar, televizyon, bilgisayar gibi icatlar.” ( Yıldırım,114).
Kuşkusuz her koşul ve durumda düşüncenin özgür olması bilim, felsefe ve sanat yoluyla insanın değerini korumaya yöneliktir. Makalemizin girişinde de belirtildiği üzere aslında amaç insanın değerini korumak yani insanca yaşamaktır. Bu alanlar bizim yani insanın insanca yaşamasını sağlayan başarılardır. Unutmamak gerekir ki her türlü bilimsel teknolojik gelişme bizim varoluşumuzu anlamlandırma amacıyla oluşmuştur. 20. yüzyılda yaşadığımız iki büyük savaş insanın özünde olan saldırganlık güdüsünün teknoloji ile buluşmasının bir sonucudur. İnsanoğlunun özü itibariyle iyi olduğunu kabul edersek bilim, teknoloji, sanat ve felsefe insanın insanca yaşayabilmesi için birer araca dönüşürler. Nitelikli ve özgür düşünme insanın merak ve keşfetme duygusuyla buluşunca bilim ile teknolojinin uygulamaları insanlığa yararlı olacaktır.
Sonuçta kültür tarihine baktığımızda düşünme biçimi, farklı kültürdeki bilim, felsefe ve sanatı yazımızda ifade ettiğimiz gibi belirlemiş oluyor. Bu belirlemede bizi şu temel ilkeye götürüyor. Düşüncenin özgürleşmesi insanın özünü bulmasında yegane etmendir.