TOPLUMSAL ALANDA YAPILAN İNKILAPLAR
1. Şapka Giyilmesi Hakkında Kanun (25 Kasım 1925)
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin her anlamda çağdaşlaşmaya ihtiyacı vardı. Halk hala Osmanlı’dan kalma fes, kalpak, külah, takke, sarık gibi başlıklar kullanıyordu. Halbuki bu kıyafetler ne milli ne de dini idi. Bunun için Atatürk halk arasındaki Müslüman ve Müslüman olmayan, köylü-şehirli, din adamı-devlet adamı gibi ayrımı kaldırmak, Türk halkını hak ettiği çağdaş görünümüne kavuşturmak için 25 Kasım 1925'te şapka kanunu yürürlüğe koymuştur.(Internet 1) Atatürk Ağustos 1925'te mecliste yaptığı konuşmasında ; “ Deyimimi bağışlayınız, altı kaval üstü şişhane ifade olabilecek bir kıyafet ne millidir ve ne de beynelmileldir. Arkadaşlar, turan kıyafetini araştırıp onu yeniden canlandırmaya yer yoktur. Uygar bütün ulusların kabul ettiği kıyafet bizim için çok mükemmel, milletimiz için en uygun bir kıyafettir. Yunan serpuşu olan fesi giymek caiz olur da şapkayı giymek neden olamaz” demiştir (Internet 2)
2. Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına Dair Kanun (30 Kasım 1925)
Osmanlı’nın özellikle son dönemlerinde tekke, zaviye gibi din kurumları halkın dini duygularını ististismar eden yerler haline gelmiştir. Adı geçen bu yerler miskinlik, cehalet yuvaları olmuştur. Bu kurumlardaki şahıslar kendi çıkarları için çalışmışlar, halkın sırtından geçinip menfaatleri doğrultusunda işlerini yürütmüşlerdir. Halbuki İslam dini “hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmayı, yarın ölecekmiş gibi ibadet etmeyi” yani bu dünyanın işlerini de eksiksiz yapmayı öğütleyen bir anlayışa sahiptir. İşte oluşan bu ortamda artık bu kurumların, çıkar odaklarının kaldırılması bir zorunluluk haline gelmiştir. Atatürk'ün de söylediği gibi ”Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler ve müritler memleketi olamaz.” idi. 30 Kasım 1925'te çıkartılan bir kanunla tekke, zaviye, türbedarlık ve bir takım unvanlar da kaldırılmıştır. (KARA,1997)
Daha sonra yapılan düzenlemeyle Türk büyüklerine ait türbelerin açılması kararlaştırılmıştır. Atatürk, döneminde bizzat buraların ziyaretine izin vermiş, bu durumun kanunlaşması ancak 1 Mart 1950'de olmuştur.(BAYKARA,1999)
3. Saat ve Takvim Hakkındaki Kanunların Kabulü (26 Aralık 1925).
Osmanlı’nın kullanmış olduğu saat ve takvimler XIX. yüzyıl sonlarında miladi, hicri ve rumi takvim olarak çeşitlenmiş ve karışık bir hal almıştır. İşte bu üçlü olarak tatbik edilen takvim ayrılığının artık birleştirilmesi, bu konuda bir birliğin sağlanması lüzumlu görülmüştür. (BAYKARA,1999)
Ayrıca yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dış devletlerle kurmuş olduğu ekonomik ilişkiler vardır. Bu yeni devletin iktisadi yönden gelişmesinde dış ilişkilerin önemi büyüktür. Bu dış ilişkilerde uyumun sağlanması, vakit kaybının önlenmesi, sağlıklı bir ticaretin yapılması için önce takvim ve saatte birliğin gerçekleştirilmesi gerekmektedir. İşte bu gibi sebeplerden dolayı 1 Ocak 1926'da Miladi Takvim kabul edilip yürürlüğe sokulmuştur. (Internet 2)
4. Milletler Arası Rakamların Kabulü (24 Mayıs 1928)
Yine yeni kurulan bu cumhuriyetin dış devletlerle yapmış olduğu iktisadi ilişkilerde bir karışıklığa sebebiyet vermemek için, mümkün olduğunca uyumlu ilişkiler yürütmek için 24 Mayıs 1928'de Milletler Arası Rakamlar kabul edilmiştir. (Internet 2)
5. Ölçüler Kanunu (1 Nisan 1931).
“Osmanlı Devleti’nde kullanılan ölçüler; uzunluk ölçülerinde arşın(38 cm), endaze(65 cm) ağırlık ölçülerinde de okka(1283 g) ve onun dört yüzde biri olan dirhem(31 desigram) idi.”(KARA,1997;s:89)
Osmanlı Devleti’nde kullanılan bu ölçüler yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslar arası ticaretinde karışıklıklara ve yanlışlıklara yol açacağından yeni bir düzenlemeye gidilmesi gereği ortaya çıkmıştır. Bu sebepledir ki 1 Nisan 1931 yılında çıkartılan kanunla Osmanlının kullandığı ağırlıklar kaldırılarak yeni kurulan devletin kullanacağı ağırlık ölçüleri metre ve kilo olarak düzenlenmiştir.( Internet 2)
6. Soyadı Kanunu (21 Haziran 1934)
Osmanlı Devleti’nde kişiler devletle olan ilişkilerinde veya günlük hayatlarında adlarının yanına ya babalarının adlarını ya da doğum yerlerini alıyorlardı. Kimi zamanda dış görünüşlerine bakılarak takma adlar veriliyordu. Bu nedenle de tapu, miras ve askerlik gibi işlerde karışıklıklar ve zorluklar ortaya çıkıyordu. İşte yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin böyle karışıklara mahal vermemesi için bir düzenleme yapması zorunluluk olmuştur. 1934'te çıkartılan bu kanunla olası karışıklıklar önlenmiş oldu. Böylelikle herkesin kendi adından başka ailesine ait bir soyadı alması kararlaştırıldı. Bu kanunla Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal'e de “ATATÜRK” soyadı verildi.( Internet 2)
7. Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun (26 Kasım 1934)
Çıkartılan soyadı kanunuyla artık eskiden kullanılan efendi, bey, paşa, hacı, hafız, molla, hazretleri gibi lakap ve ünvanların kaldırılması ve devlet işlerinde geçersizliğinin yasallaşması gerekiyordu. Bunun için Lakap ve Ünvanların Kaldırıldığına Dair Kanun 26 Kasım 1934 de çıkartılıp yürürlüğe konmuştur. (Internet 2)
8. Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun (3 Aralık 1934).
Bu kanunla din adamlarının kılık kıyafetlerine düzenleme getirilmiştir. Din adamları hangi dine mensup olurlarsa olsunlar mabet ve ayinler dışında ruhani elbise giymeleri yasaklanmıştır. Bu kanunla, dini istismarın ve halkı ayrımcılığa itecek unsurların engellenmesi amaçlanmıştır. (Internet 1)
9. Sağlık İşlerinde Yapılan Yenilikler ve Düzenlemeler
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yaşanan savaşlardan ve salgın hastalıklardan dolayı, çıkan ekonomik ve siyasi bunalımlar sağlık hizmetlerine yatırımı aksatmıştır. Yapılan bazı yatırımlar ise bilimsel olarak çağın gerisinde kaldığı için yetersiz, hatta etkisiz kalmıştır. İşte bundan dolayı yeni Türk Devleti sağlık hizmetlerine büyük önem vermiştir. Yurt genelinde salgın hastalıklara karşı büyük bir mücadele başlatılmış, hastane personeli artırılmış, doktorlara mecburi hizmet şartı getirilmiştir. Ankara'da açılan Hıfzısıhha Enstitüsü’nde salgın hastalıklara karşı mücadele çerçevesinde aşı üretimine başlanılmıştır. Bunun yanında gençlik “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” prensibiyle spora özendirilmiştir. (Internet 2)
10. Kadınların medeni ve siyasi haklara kavuşması:
a- “Medeni Kanunun Kabulü (17 Şubat 1926)” (BAYKARA,1999;s:162)
b- Belediye seçimlerinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan kanunun kabulü (3 Nisan 1930) (Internet 1)
c- “Köy-mahalle ve ihtiyar heyetlerine seçme ve seçilme hakkının tanınması (26 Ekim 1933)” (BAYKARA,1999;s:162)
d- Anayasa’da yapılan değişiklerle kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının tanınması (5 Aralık 1934)
Türk halkının Osmanlı’dan kalma bozuklukları düzeltme çabasındaki en önemli adımlardan biride Medeni Kanunun kabulüdür. Türk halkının medeniyete kavuşması aşamasında attığı bu büyük adım toplumsal hayatın düzenlenmesinde önemli rol üstlenmiştir. Kanun İsviçre'den alınmış olduğundan dolayı bazı maddeleri Türk Milletinin örf ve adetlerine uyarlanmıştır. Kanun üzerindeki bu çalışmalar günümüzde de halen devam etmektedir. Ayrıca bu çalışmaların ileride de sürdürülmesi olağan bir süreçtir. Çünkü günümüz dünyasında her şey bir değişim ve gelişim sürecindedir. Toplumlar da bu değişime ayak uydurmak için kendi içinde bir takım kurallar koyarak veya var olan kuralları kaldırarak tepki vermek durumundadır. (BAYKARA,1999)
Türk Milleti olarak kadına önem vermekteyiz. Fakat Osmanlı’dan bu yana bazı haklarını ihmal edildiği de aşikardır. Türk kadını kurtuluş savaşında vatanı için gösterdiği cesareti ve fedakarlığı ile üzerine düşen görevi fazlasıyla yerine getirmiş ve bazı hakları çoktan hak etmiştir(Internet 2). İşte bu sebepledir ki Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan sonra kadınlara hak ettikleri bazı hakları vermeyi amaçlamıştır. Medeni Kanun kabulü bu süreçte önemli bir aşama olmuştur. Ardından da 3 Nisan 1930 belediye seçimlerinde kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi gelmiştir. Köy-mahalle muhtarlığı, ihtiyar heyeti seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı 26 Ekim 1933'te, millet vekili seçme ve seçilme hakkı 5 Aralık 1934'te verilerek bu süreç devam etmiştir. (BAYKARA,1999)
“Medeni Kanun’un kabulü ile Türk kadını, aile ve toplum hayatında şu hakları kazanmış oldu:”(KARA,1997;s:90)
ü “Birden fazla kadınla evlenme yasaklandı.” (KARA,1997;s:90)
ü “Resmi nikah esası kabul edildi.” (KARA,1997;s:90)
ü “Çok küçük yaşta evlenmeler kaldırıldı.” (KARA,1997;s:90)
ü “Boşanma konusunda erkeğe tanınan haklar, kadınlara da tanındı.” (KARA,1997;s:90)
ü “Boşanma halinde, kadının hakları güvence altına alındı.” (KARA,1997;s:90)
ü “Miras hukukunda kadın erkek eşitliği sağlandı.” (KARA,1997;s:90)
Avrupa devletleri kadınlarına bu hakları yakın tarihlerde verirken ( Fransa ve İtalya 1946'da, İsviçre ise1971'de) Atatürk bu hakları Türk kadınına çok önceleri vermiş ve Türk kadınını hak ettiği statüye kavuşturmuştur.
Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren köhneleşmiş bazı kurumların Türk Milleti’ni çağdaş, medeni toplumların seviyesine ulaştırmaktan uzak olduğunu gören Atatürk Türk Milleti’ni bu, çağdaş ve medeni toplumlar seviyesine ulaştırmanın yolunu çağa damgasını vuran ve rakipsiz olan batı medeniyetinin bilimini, kültürünü, teknolojisini, onların hayata bakış tarzıyla almak olduğunu düşünmüş, bu doğrultuda bir takım çalışmalar yapmıştır. Bunu gerçekleştirmenin yolu da bilim ve tekniği kendimize rehber edinmekten geçmektedir görüşüyle işe başlayan Atatürk, Osmanlının çağın gerisinde kalmış çoğu kurumlarını kaldırılmıştır. Yerlerine ise Türk Milletini çağdaş ve medeni toplumlar seviyesine ulaştıracak, akıl ve bilim doğrultusunda yeni kurumlar oluşturulmasını sağlamıştır. İşte bu gibi düşünce ve çalışmalarla Türk Milleti muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak yolunda önemli adımlar atmıştır.