ANA SAYFA
     YENİ ANKETLER
     FOTOĞRAFLARIMIZ
     ibrahim başak
     KPSS NOTLAR VE ÖZETLER
     ÖDEV ARIYORUM
     KİTAP ÖZETLERİ
     İZ BIRAKANLAR
     TARİH
     COĞRAFYA
     EDEBİYAT / EDEBİYATÇILAR
     SANAT TARİHİ
     SİYASİ DÜŞÜNCE TARİHİ
     => Machiavelli
     => Thomas Hobs
     => John Lockce
     => Montesguieu
     => J.J.Rousseau
     => Thomas Paine
     => Edmund Burke
     => Georg Wilhelm Friedrich
     => Joseph Mazzini
     => Karl Marx
     => Aydınlanma Kavramı
     => Modernleşme
     => Liberalizm Kavramı
     => Sosyalizm Kavramı
     => Ulusçuluk Kavramı
     => Faşizm Kavramı
     => Muhafazakarlık
     => Yeni Sağ ve Yeni Muhafazakarlık
     => Atatürkçülüğün Tanımı ve Önemi
     => Öğrenilen Bilgiler Işığında Durumsal Değerlendirme
     TÜRKÇE / TÜRK DİL BİLGİSİ
     ŞİİRNAME
     ATASÖZLERİ
     FIKRALAR
     ÇOCUK MASALLARI
     TÜRK BÜYÜKLERİ
     TÜRK DESTANLARI
     KEŞİFLER / BULUŞLAR
     MAKALELER
     BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ
     ÖZEL MESAJLAR
     VİDEOLAR
     GÜLMECE
     ÖĞRETMENLERİMİZ İÇİN
     ÇOCUK VE AİLE EĞİTİMİ
     BELİRLİ GÜN VE HAFTALAR
     SORU BANKASI
     AKTÜEL HABER - YORUM
     SİTENİZİ EKLEYİN
     ZİYARETÇİ DEFTERİ
     Şanlıurfa
     Merkez Yardımcı Köyü"
     EKLENEN DOSYALAR
     Farkı Görebilmek
     Merhamet
     Padişahın Kızına Âşık Çoban‏
     Güzel Gören Güzel Düşünür...
     Unutmak
     Meger Sahipsiz Degilmisiz




“Tefrika girmeden bir millete düşman giremez...Toplu vurdukça sineler onu top sindiremez" - Öğrenilen Bilgiler Işığında Durumsal Değerlendirme


ÖĞRENİLEN BİLGİLER IŞIĞINDA DURUMSAL DEĞERLENDİRME

Tarih boyunca mevcut durumlar için ya da geleceğe yönelik olarak yorumlarda, tespitlerde bulunulmuş, bunlar bazen kavramlaştırılarak tez halinde ileri sürülmüş, bazen sistematize edilerek ideoloji formatında dile getirilmiştir. Karl Marx, Hegel'den alıp da tepetaklak ettiği diyalektiğe materyalist bir forma giydirmiş ve insanlığın ilkel-köleci-feodal-kapitalist toplum süreçlerinden geçtiğini ve artık sosyalist ve ardından komünist toplum biçimiyle tekamüle ulaşacağını ileri sürmüştü. Zaten diyalektiğin (yani sürekli ve kesintisiz değişimin) özüne ters bu tez, tarih tarafından da çürütülmüştür. İkinci Dünya Savaşı'nın hemen bitiminde, Daniel Bell'in öncülüğünde ortaya atılan "ideolojilerin sonu" tezi de aynı şekilde tarih tarafından geçersiz kılındı. İnsan olduğu, fikirler olduğu sürece, inançlar olduğu sürece "ideoloji"lerin sonunun gelmeyeceği; aksine daha da katı formatlarla yıllarca hüküm süreceği çeşitli düşünürlerce dile getirildi.

20.Yüzyılın son 10 yılında meydana gelen köklü değişiklikler ve gelişmeler, şimdiki duruma ve geleceğe yönelik birtakım kavramları da beraberinde getirdi. Bunlardan ilki ve en çok tartışılanı "Yeni Dünya Düzeni" kavramıdır. Körfez Krizi'nin başlaması, Amerika'nın da üstün askeri ve teknolojisiyle bu krize müdahalesiyle başlayan süreç sonrasında, ABD Başkanı Bush "Yeni Dünya Düzeni" kavramını telaffuz ederek bütün dünyada yeni bir tartışmanın kapılarını açmış oldu. Yeni Dünya Düzeni neydi? Nasıl bir şeydi? Bu düzeni kim kuracak, sağlayacak, sürdürecekti? Bu Yeni Dünya Düzeni'nin lideri kim olacaktı?

Aslında Yeni Dünya Düzeni kavramının içi doldurulmamıştı. Somut argümanları yoktu. Dolayısıyla, bu kavram bütün dünya ülkeleri ve toplumlarınca farklı farklı şekillerde ele alındı ve yorumlandı. Muğlak bir kavram olması sebebiyle bazı ülkeler geleceğe yönelik iyimser tavırlarla bu kavramı değerlendirirlerken, bazı ülkeler bunun bir ABD dayatması olduğu düşüncesiyle olumsuz tavırlar ortaya koydular.

Yeni Dünya Düzeni, sonuçta ABD'nin bir gövde gösterisinin ardından, ABD Başkanı tarafından dile getirilmiş bir kavramdır ve böyle olduğu için de, bu yeni düzenin mihverinde bu ülkenin olduğu ya da olacağı muhakkaktır. Özüne gelince o da şudur ki, dünya üzerindeki tek süper güç olarak ABD, dünyanın neresinde olursa olsun herhangi bir krize müdahale edebilir, ağırlığını koyabilir. Başka bir ifadeyle, bu yeni dünya düzeninde her şey ABD'nin gözetiminde yürüyecektir ve bu düzeni bozmaya matuf her harekete müdahale edilecektir.

İkinci kavram (ya da tez> Japon asıllı Amerikalı stratejist olan Francis Fukuyama tarafından ileri sürüldü ve bu da geniş çaplı tartışmalara yol açtı. Fukuyama'nın önce bir makalede ortaya attığı, sonra oldukça hacimli bir kitapta genişlettiği "Tarihin Sonu" tezine göre, Sovyetler Birliği'nin, yani komünist sistemin iflasıyla birlikte Amerika Birleşik Devletleri'nin temsil ettiği liberal demokrasi zaferini ilan etmiştir ve böylece tarihin de sonu gelmiştir; çünkü artık insanoğlu ideolojik evriminin sonuna gelmiştir: "Batı'nın ya da Batı düşüncesinin zaferi, her şeyden önce Batı liberalizmine alternatif olduğu varsayılan sistemlerin büsbütün tükenmesi olayında kendisini göstermektedir. Belki de sadece Soğuk Savaş'ın ya da savaş sonrası dünya tarihinin sona ermesine değil fakat İnsanoğlunun ideolojik evriminin son noktasına ulaşması ve beşeri yönetim biçiminin son evresi olan Batılı liberal demokrasinin evrenselleşmesi anlamında tarihin sonuna tanıklık etmekteyiz".

Tıpkı "ideolojilerin sonu" tezinde olduğu gibi Fukuyama'nın "tarihin sonu" tezi de eleştirildi ve hatta bu tezin kendisinin de bir "ideoloji" olduğu ileri sürüldü. İnsanoğlu olduğu sürece fikirler ve ideolojilerin olacağı, bu sebeple, bu yönde bir "tarihin sonu" da olmayacağı karşı tezleri ortaya atıldı. Fukuyama'ya karşı eleştirilerden biri de, yine kendi ülkesinin önde gelen stratejistlerinden olan Graham Fuller'den geldi: "Fukuyama'nın merak uyandırıcı iddialarına karşın, tarih hiçbir şekilde son bulmamıştır, çünkü Hegel diyalektiğinin evrimi bir yana, tarih doğrusal değildir. Eğer geometrik benzetmelere başvuracaksak, dairesel olduğunu söylemek gerek. Fukuyama'nın temelde yanılmış olduğu bir gerçek. Fikirler, bu arada eski politik kolektivizm kavramı hiçbir zaman ölmez; sadece daireyi tamamlar ve yeni bir döngüye başlar." Yine bir başka Amerikalı stratejist ve siyaset bilimci Samuel P.Huntington'un ortaya attığı "medeniyetler çatışması" tezi de büyük yankılar ve tartışmalar uyandırdı. Huntington "Medeniyetler Çatışması" adlı makalesinde ana hatlarıyla şu görüşleri ileri sürüyordu:

"Medeniyetler çatışması kaçınılmazdır. Medeniyet kimliği gelecekte gittikçe artan bir şekilde önem kazanacak ve dünya büyük ölçüde halen varlığını sürdüren yedi sekiz medeniyet (Batı, İslam, Konfüçyus, Slav, Gr-todoks, Latin Amerika, Japon ve muhtemelen Siyah Afrika medeniyetleri) arasındaki etkileşimle şekillenecektir. Geleceğin en önemli kanlı mücadeleleri bu medeniyetlerin birini diğerinden ayıran kültür fay hatları boyunca meydana gelecektir. Batı'nın bundan sonra karşılaşacağı meydan okuma kesinlikle İslam aleminden gelecektir. İslam kanlı hudutlara sahiptir. Tarihleri, kültürleri, gelenekleri ile Batılı olmakla birlikte vasat bir kültürel kimliğe sahip üç ülkede (Türkiye, Meksika, Rusya) toplumlar hangi medeniyete mensup olduklarını veya intisap edeceklerini belirleme hususunda kesin bir karar vermemişlerdir. Bölünük ülke (manen bölünük toplum) konumundadırlar. Türkiye böyle bir bölünmenin en aşikar prototipik örneğidir. Tarihin en derin biçimde bölünük toplumudur. Orta vadeli gelecekte medeniyetler arası mücadele Batı ile Müslüman-Konfüçyen devletler koalisyonu arasında olacaktır."

Görüldüğü gibi, günümüzün mevcut konumuna yada gelecekteki yüzyılın nasıl bir yüzyıl olacağına dair ortaya atılan tezlerin hemen hepsi de Amerikan orijinli kaynaklıdır. Her biri kendi alanında ünlü bilim adamı, stratejist yada gelecek bilimci sayılan Amerikalılar tarafından ortaya atılan bu tezler ve öngörüler genelde bir tespitten öte, bir yönlendirme yada dayatma özelliğini de taşımaktadır. Bunu da bir açıdan normal karşılamak gerekir, çünkü sonuçta onlar Amerikalıdırlar ve tarihi gelişimler de onların bu tür tezler üretmeleri yönünde cereyan etmektedir.

20. yüzyılı 21.yüzyıla bağlayan yıllar içinde en çok telaffuz edilen kavramlardan biri de "Küreselleşme" (Globalleşme, Globalizasyon) oldu. Her ne kadar 1960'lı yıllarda ortaya çıkan bir kavram olsa da daha çok 1980'li yıllardan itibaren sık kullanılmaya başlanan "Küreselleşmenin herkes tarafından onay gören belli bir tanımı yok. Ama genellikle bu kavram telaffuz edildiğinde, çağdaş normların (insan hakları, hukuk, ekonomi, finans, üniter devlet, kültürel haklar vs) tüm dünya ülkeleri tarafından uygulanır hale gelmesi akla gelmektedir.

Milli ekonomilerin artan ölçüde birbirine bağımlılığı şeklinde de ekonomik açıdan özetlenebilen küreselleşmenin belirleyici özelliklerinden ilki ticaret ve sermaye hareketliliğidir. Teknolojideki hızlı gelişmelerin de etkisiyle devletler arasındaki sınırlar sanal olarak ortadan kalkmış bulunuyor. Böylece, başta Internet gibi, bilgi ve haber akışının en önemli aracının giderek yaygınlaşması, sınırlar ötesi çıkar gruplarını bir araya getirmekte, bunlar arasındaki bağları sıkılaştırmaktadır.

Küreselleşmenin ikinci ayırt edici özelliği, çokuluslu şirketlerin varlığı, sayısı ve etkinliğidir. "Birleşmiş Milletler Ticaret ve Gelişme Komisyonu"na göre, dünyada 37 binden fazla çok uluslu şirket, kendi ülkeleri dışında 170 binden fazla kendine bağlı şirketle çalışmaktadır ve bu çok uluslu şirketler dünya özel sektör değerlerinin 1/3'ünü kontrol etmektedir

Sosyal Bilgiler Öğretmeni İbrahim Başak (Kervanci63)


www.HalilAlpaslan.COM http://www.ders.org/toplist/



Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol